Geçmiş, insanın boynuna takılmış bir zincirdi. O zincire ellerini her doladığında kan parmaklarının arasında derin bir kuyu oluşturur, akar akar giderdi. Sonra parmaklarının arasına bir şeyin süründüğünü hissederdin. Hayallerinde canlanan en güzel çiçekler o derin kuyudan kafasını uzatıp, acının geçtiği yerleri kırmızı gül bahçesine çevirirdi.
Parmaklarını iyileştiren dün sevdiğin bir köpeğin başı, yıllar önce şefkatinin kaynar sularında ısıttığın gülümseme, az önce kapıya bıraktığın bir kap su olabilirdi. Belki zinciri kırmaya yetmezdi. Sen ellerini daha sıkı sardığında, gözyaşların ellerinden kayıp düşerdi.
Tutamazdın çünkü zaten ellerini idam ederdin. Sonra canını asıl acıtanın güllerin dikeni olduğunu fark ettiğinde dururdun, ağlamaz gülerdin. Pes ettiğin için kahkahalarla gülerdin. O kahkahalardaki gözyaşı değil, acı seni öldürürdü. Gözlerini sis dumanı çevrelemişken ellerine bakar iç geçirirdin. Sonra zincir kendiliğinden kopardı.
Şaşırmazdın ya da tepki vermezdin. Yine avuçlarını zincire dolar yine sımsıkı dolarken boynuna ellerinden akan kanın sıcaklığını hissederdin. Çünkü bilirdin. Bunu yapması gerekenin, zinciri kırması gerekenin sen olduğunu bilirdin. Çünkü asıl o zaman özgür olup göklere bedenini bırakabilirdin.
Bunu yapabileceğimi biliyordum.
Ayaklarım yürümekten şişmiş bir haldeyken evimin olduğu sokağa döndüm. Saatin kaç olduğundan haberim yoktu. Saatler önce benim için tüm saatler durmuştu ve ben aynı zamanın içindeki sıkışıklıkla nefes almaya çalışıyordum. Sadece hava karanlıktı, en azından bunu görebiliyordum.
Hırkamın kapüşonundan tutmuş yerde sürüklüyordum. Üzerimdeki ince kazağın bilekleri yıprandığı için avucuma kadar uzanıyordu. Ellerim görünmüyordu. Gözlerimi ayakkabılarımdan çekmeden yürümeye devam ettim.
Telefonum kapanmıştı. Şarjım vardı ama büyük ihtimale sert bir düşüş gerçekleştirdiği için çalışmıyordu. Aileme nasıl bir açıklama yapacağımı kesinlikle bilmiyordum ama düşündüğüm şey bu değildi.
Bu gece onlarla olan son gecemdi.
Binaya yaklaştığımı hissettiğimde kafamı kaldırdım ve o an abimle göz göze gelmem bir oldu. Gözlerindeki alevler parmak uçlarımdan saç diplerime kadar ateşle kaplamıştı beni. Ama yine de, kendini frenlemeye çalışıyordu.
Adımlarımın ona yaklaşmasını hiç de sakin olmayan gözlerle bekledi. Aramızda belirli bir mesafe bırakarak tam karşısında durdum ve önce onun konuşması için gözlerine baktım. Bir boğa gibi hızlı nefesler alıp veriyordu. O da ilk benim konuşmamı ister gibi bakıyordu.
''Bu saate kadar neredeydin? Telefonun neden kapalı? Açıklama yapmaya başlamak için üç saniyen var!'' Gözlerinin içine aynı düzlükle bakmaya devam ettim. Şu an bana bunları sormasını istemiyordum.
Beni sarıp sarmalasın da istemiyordum. Tek isteğim gözlerim çıkana dek ağlayarak normal bir gece geçiriyormuş gibi yapabilmekti. Sessizliğim onu daima gürültüye götürmüştü ve bu bizim alışık olduğumuz bir durumdu.
Gözlerini kapatıp ellerini beline yerleştirirken derin bir nefes aldı. Gözlerini gözlerime sabitlediği sırada üzerindeki ceketi sökercesine çıkartıp omuzlarımın üzerine koydu.
Dokunuşundan akan büyük öfke kanıma kadar girerek birkaç saniyeliğine akmasını durdurmuştu. ''Bana neden bir şey söylemiyorsun? Anlat. Neredeydin?''
Gözlerimi kaçırıp binanın kapısının yanında, annem ve komşularının bir pazar günü birlikte diktiği çiçeklere baktım. Bir hafta öncesine göre daha solgun duruyorlardı. Soğuktan olabilir miydi? Yoksa her gün nöbetleşe suladığımız bu çiçekleri birisi ihmal mi etmişti? Belki yoldan geçen öylesine biri onlara kötü bir söz söylemişti. Söylemiş olabilir miydi? Kim söylemiş olabilirdi?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
AGMEN
Bilim KurguYutkunuşum boğazımda kaldı ve ben sanki bir okyanusun içinde boğuluyormuş gibi sessizliği hissettim. Sessizdi. Şu an bir kalp suskun, bir ruh sessizdi. Sessizlik okyanusun dibine yaklaştıkça çığlık atıyor, ama onu duyan insanlar onu göremiyordu. Onu...