Bu bölüm değerli okuyucumuz zrf5109 ithaf edilmiştir.
Sevgili günlük,
Merhaba, sana kucak dolusu güneş getirdim. Heybeme doldurup senin için taşıdığım bu güneşi sakla ve en karanlık zamanlarında ihtiyacın kadarıyla harca. Bunu en kıymetli hazinen olarak gör çünkü insanlar güneşi bile mahrum edebilirler sana.
Sevgili günlük,
Bir balkondasındır.
Muazzam bir şehir manzarası vardır önünde.
Sisli ama yine de şükre sebebiyet verecek bir çok güzellik mevcuttur.
Ama yine de gönlün o manzarayı taşayacak kadar hafif olmaya biliyor.
Bir balkondasındır, manzaraya bakarsın, dalarsın, bir fotoğraf çekersin. Sonra bu fotoğrafın hikayesinin fotoğraf kadar güzel olmadığını anlatmak istersin.
Yazarsın, yazmalısındırda.
Çünkü yerini yurdunu bilseler de seni bulamayacakları yerdesindir.
Yanındadırlar ama dokunmazlar. Konuşursun ama duymazlar...
Neyse,"İki üç damla gözyaşı döküp terk edeceğim bu manzarayı, merak etmeyin kirletmeden giderim bu şehri. " sözleriyle mahcubiyetimi dile getirir suçsuz suçlu olmaya razı gelmeye devam ederim. Dedim ya sevgili günlük, güneşten bile mahrum bırakabiliyorlar insanı. Oysa nice güzellikler var buralarda. Bizlerden çalınmadan önce.
Bakma sen çaldılar dediğime. Esasen bizim suçumuz. Tüm güzelliklerin onlardan sebep olduğunu düşünüp, onları kaybedince de bahsini ettiğim tüm güzelliklere de kör oluyoruz.
Gönlündekini kaybedene dünya boş gelirmiş misali. Pazar tezgahında akşam ucuzluğuyla sunulduk ve yem olduk sevdiklerimizin sofrasına.
Hiç mi bizim suçumuz yok dersen eğer, olmaz olur mu efendim. En çok bizim suçumuz var zaten. Çölde susuz kalmış bir divaneyiz ve hala daha su yerine bardak arıyoruz.
Bugün bir kere daha anladım ki ne yaparsan yap! Ne kadar çabalarsan çabala olmayacak olanı olduramazsın. Ölecek olanı yaşatamazsın. Gitmek isteyene duvar olsan da ayakta duramazsın. İşte bu acizlik ve bu çaresizlik, olduranın da öldürenin de tek bir olduğunu, 'kudret' ancak onunla anlamlı bir kelime haline dönüştüğü, fikrini kalbime kazıyordu.
Yolda yürüyorum, kulağımda kulaklık sesi sonuna kadar da salmışım. Yoruldum bir parkta bir bankın başında oturdum. Çok değil beş dakika geçmedi yaşlı bir teyze geldi karşımdaki banka oturdu. Bana seslenmiş duymamışım. El işareti yapınca bana seslendiğini anladım. Çıkardım kulaklığımı. Bana dediği şey aynen şu sevgili günlük.
"Nedir seni sağır eden? Kulağında ki zımbırtı mı? Oysa bu sağırlık seni senden alıp götürür. Dinle evlat dinle. Bastığın karıncanın dahi bir feryatla kırılıp öldüğünü duyacak kadar dikkatli dinle."
Çok bilmişim ya ben hemen yanıt verdim.
"Teyze ben karıncayı nerden duyayım. Onu ancak Allah duyar. Ayak seslerini bile Rabbimden başkası duyamaz." gülümsedi teyze.
Çantasından bir avuç şeker çıkardı uzattı elini. Kalkıp almamı bekledi. Kalkıp almamak için,
"Sağ ol teyze ben çocuk muyum? Sen o şekerleri çocuklara dağıt." dedim.
İşte tam bu sözlerimle yüzünde ki tebessüm söndü. Acı bir hüzün kapladı çehresini.
"Sen bastığın karıncanın kırıldığını duyamazsın da kırdığın gönlü de mi duymazsın ey sağırdan da daha sağır olan. İşte sen dinlemezsen, ve sadece duymak için kulaklarını kullanırsan, her şeyi duyana da sağır kalırsın. Toparlan evlat. Kork hatta titre. Bir gönlü kırmaktan öyle kork ki uykuların kaçsın. İşte o vakit bastığın karıncanın kırılacağını da duyarsın elbet."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Sevgili Günlük ve Ben
General FictionHangi hayatın rengi bir başkasının gökkuşağını kirletebilirdi ki? Yalanlar, yaralar, keder ve birazcık mutluluktan ibaret ruh ve onu taşıyan ceset! Kim kaldırabilirdi ki yere aşık olanı? *** Hayatın kendi içinden, tüm problemlerden ve arayışlardan...