Issız Fotoğraf

7 2 0
                                    


Mahşer: Leşker.

Leşker: Efendim.

Mahşer: Konserve yemekten içimiz hoşaf oldu. Asena ile niye boş duruyorsunuz?

Leşker: Ne istersin, abi: patlıcan oturtma, tas kebabı?..

Biraz sinirlenmiştik sanki. Kalk da kendin yap, der gibi bir konuşma geçmişti Asena ile aralarında. Mahşer de biliyordu ve zaten bizden yemek falan istediği yoktu. Onun tek bir isteği vardı: morallerimizi düzeltmek. Morallerimizi düzeltme yöntemleri vardı: bazen sinirlendirerek, bazen ise güldürerek... Biz de ona müsaade ederdik aslında. İhtiyacımız olan şey tam da buydu: kafamızı dağıtmak.

Şef: Hanımcılık kazanır koçum. Yılların tecrübesi bak, iyi dinle.

İsimsiz de konuşmaya dahil olunca bir ufak sürtüşme geçmişti. Bu sürtüşmenin ardından meşhur lafını da kullanan şefim, Fatih'e bir kez daha aynı öğüdü veriyordu. Yalnızca Fatih'e özel değildi bu nasihat, ekipteki herkese tekrarlanmıştı pek çok kez.

Alaca: Ee sizin düğünü ne zaman yapıyoruz?

İsimsiz: Ne düğünü? Düğün falan yok, nereden çıkıyor bunlar?

Alaca: Niye kaçıracak mısın kızı?

Niye hemen evleneceğimizi düşünmüşler, bilmiyorum. Sonradan anladım ki boynumdaki kolyeyi görmüşler. İş içinde kalmaktan nefret ediyorum. Neyse ki bu hıncahınç mücadelenin ardından şefin desteğini alarak kurtulmayı başardık.

Şef: Kumanyalar bitti, yola devam ediyoruz.

O an fark ettim de yüzüğü boynuma takarken ya da sonrasında, bir gün evlenebileceğimizi hiç düşünmemiştim. Evliliği düşünecek yaşta mıyım, onu bile düşünmemiştim. En büyük etkeni maziye bağlamaktan kendimi alıkoyamıyorum. Başka ne olabilirdi ki sebebim?

Şef: Köye yaklaştık çocuklar! Aylardır süren görevin sonuna nihayet yaklaştık. Zayiat istemiyorum: Daha fazla kayıp vermeyeceğiz.

İlk dinlenmeden döndükten sonra Yiğit, sağ göğsünden yaralandı, iki hafta kadar geri gelemedi. Mete Han'ı bir buçuk ay, Iska'yı da iki hafta önce şehit verdik. Mete Han, 12.7 mm çaplı doçka mermisiyle; Iska ise EYP patlamasıyla yaralanıp bir hafta hastanede mücadele verdikten sonra şehit oldu. Iska'nın şehit olduğu patlamada Rambo da yaralanıp sınırda bir devlet hastanesinde bir süre tedavi gördü. İki buçuk, neredeyse üç aydır operasyondayız. Bu üç ayda; üç yıla, belki de üç asıra sığacak kadar yıprandık. Yıprandık da kelime mi! Sürekli patlamaya hazır trafo gibi bir ruh halinde olduğumuz için mental olarak oldukça olumsuz etkilendik. Zaten fiziksel kısmına hiç girmiyorum. Her şeye rağmen bölgeyi büyük ölçüde temizledik. Asker- polis tek vücut, tek bilek olarak icra ettiğimiz pek çok operasyonu başarıyla sonlandırdık. Bölgede inisiyatif kesinlikle bizde, yalnızca tek tük kısımlar terör örgütünün elinde. Kalan son ufak yerler de alınmaya devam ediliyor. Şimdi bizim son görevimiz, bir köyü hakimiyet altına almak. Köyü aldıktan sonra teslim edip Van'a döneceğiz. Memlekete dönüyoruz, yurdumuzu kucaklamaya gidiyoruz. Vatanın her karış toprağına, memleketin analığına koşa koşa gitmeyi bekliyoruz. Artık bitiyor. Bir süre kulaklarımızda uğultularla uyuyup uyanacağız, zamanla yaralarımız kanamayı bırakacak ama izleri daima ruhumuzda kalacak. Her bir kötü anı, film sahnesi gibi hatırımızda olacak olaylar yaşadık. Şehitlerimizin, kavuşamadıkları ailelerinin hasretleriyle toprağa gidişlerini seyrettik. Mesleğine aşık olanlarımızın vatan uğruna mesleklerini bırakmak zorunda oluşlarını gördük. Bazen anladık ama susmayı tercih ettik, bazen anlamak dahi istemedik. Ruhlarımız parça parça mezralara, köylere, binalara dağıldı. Her bir uzvumuzu o ülkenin şehirlerinde paramparça bıraktık. Bu toprakların her bir yanında kanlarımız aktı. Üç aydır kan kokusu burnumuzdan eksik olmadı ve her birimiz daha da büyüyerek ya da daha da ciddileşerek buradan ayrılıyoruz. Halihazırda ölümü bilen insanlar olmamıza rağmen ölüm içimize apayrı bir biçimde işledi. Ruhlarımız kan koktu. Kokuştuk! Kan koktuk, irin koktuk. İnsanlığın vahşetini, aklın kıymetini, vicdansızlığın en alasını... Biz çok şey gördük. Hayvanın dahi girmeyeceği delikleri bulduk, farelerin dahi adım atmayacağı yerlere girdik. Yılanlar, kokarcalar tiksinirdi pisliğimizden. Bedenlerimiz yıllarca çöplükte yatmış kadar pis olurdu. Bedenlerimiz, etrafın kirine bulanmıştı; vücutlarımız pasaklıydı ama o pisliği içimize bulaştırmadık. Kabul, hepimiz yaşadıklarımızdan dolayı belki de insanlığımızı sorgulayacak seviyeye gelmiştik ama asla inancımızı yahut sebebimizi unutmadık.

Şef: Rambo durum?

Rambo: İyi sayılır. Tuzaklar düşüyor. (...)

Şef: Liderler önden gider kızım.

Liderler önden gider! Hayat, bizlerin boğazına dolanmış bir ipliktir: incedir ama sıkıştırdığında boğabilir. Boğazımdaki bir şeyin beni boğduğunu hissettim. Soluduğum hava ciğerlerime batıyordu, baktığım yerler gözlerimi acıtıyordu. Zamanın göreceli bir kavram olduğunu bir kez daha yaşayarak fark ediyordum. Babamın arabası paramparça olurken sanki her şey slow motion yaşanıyordu, bir dakikadan az sürdü belki ama bana bir saat gibi gelmişti. Şimdi de şefin yaralanıp yere yığılışı... Meğer hayat tekerrürden ibaretmiş ve tekerrür can yakarmış. Kör ve tırtıklı bir bıçakla derimi yüzüyorlar gibi hissediyordum. Babamın ölüşünü ya da ne hissettiğimi detaylarıyla hatırlamasam da şefin kollarım arasında hareketsiz yatışını ve hissettiklerimi her bir salisesine değin hatırlıyorum. Önce Koza yaralandı:

Koza: Şef gelme! Nişancı var, gelme!

Şef önde, Koza arkasında ve en arkada ben olacak şekilde ilerliyorduk. Keskin nişancının ilk kurşunuyla Koza yaralandı. Silah sesiyle de biz hemen mevziiye girdik. Ben daha ne olduğunu anlamadan şef mevziisinden çıkıp Koza'ya yardım etmeye gitti. O sırada Fatih de bize desteğe geliyordu, şef mevziiden çıkınca ben de mevziimden çıktım. Keskin nişancının artık üç tane hedefi vardı, Fatih de bize iyice yaklaşmıştı ve onu bulmaya çalışıyordu. Şef, Koza ve beni arkasına alıp kendini bize siper ettiğinde her şey için çok geçti. Koza çoktan bayılmış, şef de çoktan yaralanmıştı. Özürler diliyor, Allah'a yalvarıyordum. Şoka girmiştim ve kendimde değildim. Hareketlerimi, çenemi kontrol edemiyordum. Ölmesin diye hem ona hem Allah'a o kadar çok yalvardım ki! Hiçbir şey duyacak durumda değildim, hiç kimseyi görecek halim yoktu. Şef henüz ölmemişti ama zihnim onu ölü kabul ediyordu. Tüm bu ruhsal bunalımıma ya da kısa süreli kontrolsüzlüğüme rağmen şefin ilk yardımını da bizzat ben yapmıştım. Bana öğretilenleri eğri ya da doğru yapıyordum.

Atmaca: Biri sağ göğüs...

Duymuyordum ki! Herkes birbirine bir şeyler anlatıyordu, telsizden sesler hiç susmuyordu ama ben hiçbirini duymuyordum.

Ölmeye, öldürmeye tamamım. Yaralanmaya, gazi olmaya, günlerce aç kalıp susuz olmaya razıyım. Saatlerce hararetli çatışmaya, hıncahınç dövüşmeye... Ben her şeye razıyım, her şeye de alıştım ama sevdiklerimi kaybetmeye ne alışabilirim ne de razı gelebilirim. Hele de babalar hiç ölmesin. Baba ölürse bayramlar boynu bükük, özel günler kanadı kırık kalır. Babalar giderse çocuklar yetim, aileler ıssız kalır. Veli toplantılarında ellerini tutup bak bu benim babam, diyecek bir babaları olmayan çocuklar artık çocuk olmazlar. Eğer baban yoksa hayatta yalnızca iki renk vardır: ya siyahtır ya beyaz. Rol yaparak birkaç renk daha eklemeye çalışsan da çevrendekileri kandırırsın ama yatağa yattığında gerçekler tokat gibi suratında patlar. Bir de baban şehit ise... İşte o zaman tek renk vardır hayatında: karanfil kızılı. Baba kokusunu, bir avuç toprak ve o bir avuç toprağın üzerine ekilmiş kırmızı karanfillerde ararsın. Mezar taşında bir fotoğrafı olur, o fotoğrafa sarılarak geldiğinin müjdesini verirsin. O fotoğraf seni öpemez, sana sarılamaz, nasıl olduğunu soramaz. Fotoğrafın seni duyamayacağını zamanla anlarsın. Baba kokusunu, toprak kokusu sanırsın. Yağmurları seversin çünkü yağmur yağdıktan sonra her yer baban kokar.


Leşker "Yorgunluğun Mutluluğu"Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin