Ankara'dan dönüşümün üzerinden iki hafta geçmişti. Aralıksız bir şekilde araştırma yapmaktan gece ve gündüz kavramım birbirine karışmış, bir av köpeği gibi azıcık koku aldığım her yere burnumu sokmuştum. Girmediğim delik kalmadığı için artık attığım oltaları beklemekten başka çarem yoktu. Dümdüz yerimde durabilen birisi olmadığım için kendimi eve kapatıp, şarap mahzeninin kapılarını ise sonuna kadar açmıştım. Kendimi dizginlemek için eve kapandığım son iki gün içerisinde eve gerçekten av köpeği girse onun da alkol kokusundan burnu kopmuştu yani, mahzenin o derece bir kapıları açılmaktı.Dün gecenin en rütbeli şehidi ise bir Bordeaux bordo şarabı oldu. Geçen sene Fransa'da bomba eylemi planlayan bir örgüt üyesinin sahte kimliklerle İstanbul'a giriş çıkış ve kaldığı otelin istihbaratını verdiğimizde tanışmıştık Raphael'le. Gizli servislerle yürütülen bir operasyon olduğu için bende katılmaktan sakınca duymamış, Paris'e gitmiştim. Raphael ise operasyona katkılarımdan dolayı teşekkür kısmını biraz fazla kişiselleştirmiş, dünyanın en ünlü şarap bölgelerinden olan Bordeaux şarabı hediye etmişti ben dönmeden önce. Bağ bozumlarını, nehir yataklarını ve Bordeaux şehrini öyle şiirsel bir anlatımla süsleyip edebiyat şovu yapmıştı ki, ben gerçekten gidip bir bakmak istemiştim. Zaten bu Fransızların dümdüz bir anı bile olağanüstü romantize etme yetenekleri beni hep şaşırtmıştır. Raphael tam da öyle bir Fransız. Ben dümdüz dururken bile abartılı övgüleriyle romantizmin hakkını vermişti. Sanırım bu fazla kişiselleştirilmiş hediyeler ve çizgisinden çıkmış iş ilişkisini fark eden Fırat da Raphael'in hakkını vermiş olmalı ki, uzun süredir hiç sesi çıkmıyordu.
Dizdiği onca methiyeler ve ağlattığı sanat dünyasının ardından bu şarabı böyle iki parça gravyer ve beyaz peynirle içtiğimi görse muhtemelen Raphael'de oturur ağlardı. Bana da başta çok kıymetliymiş gibi gelmişti ama kısmet işte, benim bir kafamın attığına bakıyordu böyle şeyler. Kendisinin bir gün çok özel bir anı kutlayacağımızı düşünerek bana hediye ettiği şarabı ben ne yazık ki hiç özel olmayan bir zamanda açmıştım. Benim için öyle özel anlar, zor günler gibi kavramlar da yoktur zaten. Ertelemek, saklamak pek benlik şeyler değil. Bunu ancak ölümle bir kez yüzleşmiş olanlar bilebilir.
Raphael'i kırmamak adına bir gün yolu düşerse benim de onu ağırlayacağımı söylemiştim. O ise yolu düşmek gibi bir şeyden daha çok, özel olarak geleceğini belirterek kendi dillerinde bir atasözü söylemişti bana. Güzel bir anlamı vardı. Neydi ya... hah evet!
"Il n'y a pas de raccourcis pour les endroits qui valent le coup."
(Gitmeye değer yerler için hiçbir kestirme yol yoktur.)Fransız aksanı ve edebiyatının beni etkilemediğini söyleyemeyeceğim tabi. Salon sehpamın üzerindeki rütbeli şişeyle bakışıp durduğum şu anda, sızıp kaldığım köşe koltuktan dudaklarımı büzüp aynı aksanla bir kaç kez daha söylemeye çalıştım o cümleyi. Kabul edelim ki Fransızca gayet çekici bir dil.
Keskin bir baş ağrısı ile uyanalı belki beş on dakika olmuştu ama ben henüz kendimi uyanma fikrine alıştırmaya çalışıyordum ki salon camına atılan bir şeyin "Pat" sesiyle yerimde irkilip oyalandığım saçma konulardan hızla uzaklaştım. Başımı eğerek kendimi koltuktan yere yuvarladım ve odanın kapısına yakın fırlattığım çantamın içine uzanıp silahımı aldım. Bu sırada cama çarpan şeylerin sayısı ve kuvveti artmaya başladı ama kurşun olmadığı kesindi.
Hızlı bir hareketle ayağa kalkıp camın yanındaki duvara sindim aşağıyı görmek için. Fakat boydan cam kapının hemen önündeki dapdar Fransız balkonu görüş açımı kesiyordu. Fransızlarla bu sabah işim vardı benim anlaşılan. O sırada ara verilmiş saldırıdan yararlanarak kafamı sürgülü kapıdan hafif uzattım ki keşke bu suratıma yediğim kurşun olsaydı diyeceğim bir şey isabet etti yüzüme.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Bozgun
General FictionVelhasıl... o bana dokunduğunda adımı bile unutuyordum. Oysa unutmamam gereken tek şey buydu.