Son günlerim birbirini yalanlayacak kadar tezattı. Bir sabah müthiş bir enerjiyle uyanıp hayatı seviyordum, bir sabah anlamsız bir dalgınlıkla hayatı sorguluyordum. Bazı sabahlar ise bugün olduğu gibi bok gibi uyanıyor ve hayattan nefret ediyorum. Aslında nefret ettiğim hayat değil, kendimim. İnsan en çok kendini anlayamadığı zaman kendinden uzaklaşıyormuş. Ben bu sabah ne yaptığını anlayamadığım bu kendimden nefret ederek uyandım. Son zamanlarda bana ne oluyor bilmiyorum ama, biri benim sabahlarımı elimden alıyor gibi hissediyorum. Kontrolü kaybediyorum.
Dün gece sırıtarak yatağa girmiş olmam sabah dolup taşan bir sinirle uyanmama sebep oldu. Uzunca bir süre yatağın içinde onun tarafında olmak isteyen yanımı aradım. Yok etmeliydim onu. Ama sanki bu içimden söküp atılacak bir dürtüden ziyade, bir kolum bacağım gibi zaruri bir parçaydı. Bulduğum şey hiç hoşuma gitmedi yani. Daha fazla kurcalamak istemeyerek kendimi işe verdim. Sabah adliyede kısa süren bir duruşmaya girdim. Ardından öğlene kadar işlerimi toparlamak için ofise geçtim. Masanın toplantısı öğleden sonraydı ve görünürde halletmem gereken çok fazla işim kalmamıştı. Öğle yemeğinde sokağımıza yeni açılmış bir ev yemekleri dükkanına şans verelim dedik Hicran Teyze'yle. Zeytinyağlı enginarı hiç fena değildi. Bir ara gidip dükkanlarını da ziyaret edelim diye konuşuyorduk ki, telefonum çaldı.
"Efendim?"
"Yok ben efendin değil, çalışanıyım. Yağız ben." Dedi, zevzek zevzek gülümseyerek.
Telefonu kulağımdan çekip kayıtlı olmayan numaraya baktım. "Gerçekten biriniz de nezaketen numaramı benden istemeyi düşünmüyor mu?" Dedim, bezgin bir ses tonuyla.
"A-ah! Unuttun mu? Nezaketten nasibimizi alamamış insanlarız ya biz!"
Gözlerimi devirerek, "Yağız elimde zaten yeterince zorlu bir eğitim süreci bekleyen bir vaka var. Hiç şimdi sana nezaket dersi veremeyeceğim." Dedim. "Ne istiyorsun?"
"Aman haspam da İngiltere prensesi(!)" dedi, kınayarak. "Önce bir nasılsın diye sorulur!"
"Duyduğum üzere her zaman ki zevzekliğinle formundasın?"
"Kalbimi kırıyorsun."
"Telefonu da kapatabiliyorum?"
"Tamam ya dur," dedi, sesi ciddi bir ton kazanırken. "Seni ben alacağım bugün, Yakup yok ya hala. Nereden alayım?"
"Gelirim ben kendim." Dedim, görmediği halde gözlerimi büyüterek.
"Emir büyük yerden canım, kusura bakma."
Oflayarak derin bir nefes verdim. "Eve geçeceğim. İki saat sonra gelirsin."
"Tamamdır, iki saate görüşürüz." Dedi, kapatmadan önce. Fakat artık ben bu kadar göz göre göre saygısızlığa dayanamıyordum.
"Bari yalandan evimin adresini sor be!" Dedim, carlayarak.
Güçlü bir kahkaha attı. "Seni şampiyonlar ligine giriş dersinden bırakıyorum çekirge. Sen hala olayı kavrayamamışsın."
"Hadsiz!" Diye tısladım ve telefonu suratına kapattım.
🌊
Sevgili Deniz Zorbey'e yakışacak bir asistan olmak adına epey özenmiştim doğrusu. Yatağımın üstünde denenip fırlatılmış kıyafetlerden küçük bir dağ oluştuktan sonra göğüs kısmı salaş dökülen, diz kapağımın altında, ekru tonlarında bir elbise giymeye karar verdim. Tek bantlı zümrüt yeşili bir ayakkabı ve minik bir çantayı da aldıktan sonra evden çıkıyordum ki apartmanın çıkışında Leyla'nın sesiyle durdurulmuştum. Papağan gibi, "Ömür, Ömür, Ömür!" Diyerek, nefes nefese kalmış bir şekilde indi merdivenleri. "Dur bekle." Bir süre ellerini dizlerine yaslayarak eğildi ve soluklandı. "Seni yakaladığım iyi oldu. Acil beni hastahaneye bırakman lazım."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Bozgun
General FictionVelhasıl... o bana dokunduğunda adımı bile unutuyordum. Oysa unutmamam gereken tek şey buydu.