[1.2]

867 77 10
                                    

Merhaba🌩

"Şeyda, müşteriyle ben ilgilenirim. Markete kadar gidip pil alabilir misin? Saat çalışmıyor."

Gözlerimi önünde beklediğim kahve makinesinden kaldırıp patronuma baktım. Ona hafifçe başımı sallayıp üzerimdeki önlüğü çıkardım ve askıya asıp tezgâhın arkasından çıktım. Elimi saçlarıma atıp gelişigüzel topuz yaparak tutturduğum kalemi çıkardım ve parmaklarımı kısa tutamlarımın arasından geçirdim. Telefonumu eşyalarımı bıraktığım küçük masanın üzerinden aldım ve montumu üzerime geçirip kafeden çıktım.

Hava kararmıştı.

Kolumdaki dijital bileklikten saate baktım. Dokuza çeyrek vardı. Yani mesaim kırk beş dakika sonra bitecekti.

İyiydi sanki her şey. Gerçekten bir şeyler yoluna girmiş gibiydi. Ne bileyim dersler falan iyi gidiyordu. Sınava az bir zaman kalmıştı. Evde durumlar kötü değildi ki bu iyi demekti. Sesleri çıkmıyordu. Alpaslan Kara uzun süredir ortalıkta değildi. Bu onun görevde olduğundan emin olmamı sağlıyordu. Annem ise her zamanki gibiydi. Sabah hayatı günlük güneşlikti. Geceleri eve kafayı bulmuş bir halde dönüyordu. Rutinindeydi yani.

Bende iyiydim. Sorun yoktu, hayır. En azından kendime bunu sürekli hatırlatarak iyi kalmaya çalışıyordum. Ya da iyi olmaya.

Sokağın sonundaki markete doğru yürürken yarım saat önce beni arayan Gurura dönmek adına rehberde adına tıkladım. Telefonu kulağıma yasladığımda çok sürmeden yanıtlamıştı ancak şaşırtıcı bir şekilde sesi oldukça sinirli geliyordu.

"Ne var amına koyayım? Ne var?"

Kaşlarım çatıldı.

"Ne oluyor?" Diye yanıtladım aksi bir sesle. Sesimi duyduğu anda bir süre sessizlik oluştu. Derin bir nefes verdiğini işittim. "Şeyda," dedi. "Sen miydin? Ne yapıyorsun?"

"Kime yönelik açtın telefonu?" Diye sordum diğer sorusunu yanıtsız bırakarak.

"Önemsiz," dedi stabil tutmak adına çaba gösterdiği sesiyle. "Nasıl gidiyor, kafe yoğun mu bugün?"

İfadem dağıldı. Bir şeyler saklıyordu.

"Geçiştirdiğini anlıyorum," Gözlerimi devirip devam ettim. "Kafe çok yoğun değil. Belki erken çıkarım hatta."

İlk cümleme bir şey söylemeyi göz ardı ederek, "Geleyim mi çıkışına?" diye sordu. Gözlerimi sokak lambalarının aydınlattığı sokakta gezdirdim. "Olur," dedim. "Bir şeyler içeriz."

"Tamam," dediğini işittim ahizenin diğer tarafından. Ancak sesi dışarda olan algılarım yüzünden zihnimde kaybolmuştu.

Ufuk buradaydı.

Arkamdaydı. Telefonla konuşmamın bitmesini bekliyordu. Aynı zamanda tam arkamdan beni takip ediyordu. Gölgesi, kaldırıma düşen gölgemin hemen yanındaydı.

Ve kokusu doluyordu burnuma. Sigara içiyordu. Muhtemelen dudaklarının arasındaydı sigarası.

"Tamam öyleyse," dedim ifadesiz bir sesle Gurura. "Görüşürüz."

Gözlerimi gölgesinden ayırmadım.

Telefonu kapattığımda adımlarımı onu hiç fark etmemiş gibi hızlandırdım ve birkaç metre ötedeki marketten içeri girdim. Ben marketin kapısını aralarken o, sırtını karşıdaki eski tamircinin duvarına yaslamıştı. Eline aldığı sigarasını içerken gözleri sırtımdaydı. Grilerinin ağırlığını kürek kemiklerimde hissediyordum.

Onu görmezden geldim. Markete girdim, pil aldım. Ekstra olarak bir paket de çikolata almıştım. Çok fazla sevmezdim ancak karnım guruldamaya başlamıştı. Bu beni bir süre daha tutardı. En azından Gurur geldikten sonra beraber bir şeyler yiyebilirdik.

Aldıklarımı kasadan geçirip marketten çıkarken çikolatanın ambalajını açmış, bir ısırık almıştım. İfadesiz gözlerim elimdeki çikolatanın ambalajından karşıya dokunur dokunmaz onu tekrar gördüm.

Hayır, gitmemişti.

Hâlâ oradaydı. Sırtını duvara yaslamıştı. Üzerinde montu bile yoktu. Kolları avuçlarına kadar gelen uzun kollu bir kazak vardı sadece. Ve o, o kadar inceydi ki yakasından açıkta kalan köprücük kemikleri geceye gözlerini kırpıyordu.

Dağınık görünüyordu. Ufuk, dağınık bir çocuktu. Düzen nedir bilmezdi. Kurallar, etik, kavramlar ve toplumsal tabulardan bihaberdi. Çoğu zaman onun bu duyarsızlığı başına bela olurdu ancak o, bunu bile anlayamayacak kadar kendi telaşındaydı.

Kendine ait bir hayatı olmadığını savunurdu çoğu zaman. Ancak onun o hayatı yoluna sokmak için ne kadar çabaladığını görseniz, aksini iddia etmesine muhtemelen şaşırırdınız.

Şaşırmayı bırakamamıştım. Sadece o artık haberdar olmuyordu.

Aldırış etmeden yürümeye başladım. Yürürken aramızdaki birkaç metre uzadı, kilometrelere dönüştü. Onlarca adım atıp da ona bir adım bile yaklaşamamak ne demek, bunu en iyi bilirdim. En acısı ise bunu bana o öğretmişti.

İşte bu yüzden tam yanından geçerken parmaklarının mengene gibi bileğimi sarması beni şaşırttı.

Adımlarım durdu. Gözlerim sokağın karşısında ağır ağır karşıdan karşıya geçen kediye takılı kaldı. Bir gücün, yakıcı bir şiddetle parmaklarının temas ettiği o noktadan kalbime doğru ilerlediğini hissettim. Öyle ki o basınç, yüzümdeki sarsılmaz ifadeyi sarstı. İfadesizliğim parçalara ayrıldı.

Parmakları özlemle dokunduğu yeri farkında olmadan usul usul okşamaya başladı.

Farkında değildi çünkü bu onun bir alışkanlığıydı. Allah kahretsin ki ben onu alışkanlıklarını bile ezbere bilecek kadar iyi tanıyordum.

Başının hafifçe yüzüme doğru döndüğünü hissettim. Ağır ağır bana yaklaştığını.

Zihnimde depremler olmaya başladı.

Gözlerimi gözlerine çevirdim. Aniden, büyük bir hızla.

Öyle ki siyah harelerim grileriyle çarpıştığında o, gözlerindeki duyguları gizlemeye fırsat bile bulamadı. Ben ise gördüğüm o tanıdıklık karşısında donakaldım.

Gözleri gözlerimdeyken ağzını açıp tek kelime etmedi ama ben onun anlatmak istediği her şeyi, kelimesi kelimesine anladım.

Ona, büyük bir vahşilikle yanıt vereceğim o anda başını sağa sola salladı. Dudakları samimiyetsiz bir gülüşle kıvrıldı. Kazağın arasından zorlukla görünen güzel eli diğer tarafımda kalan elime uzandı. Ve ben ne olduğunu anlamadan uzanıp elimdeki çikolatayı aldı.

Kaşları havalandı. Çünkü ben çikolata sevmezdim.

"Alışkanlıklarından ne zaman bu kadar uzaklaştın?" Diye sordu kısık bir sesle. Kısık sesle konuştu ancak sanki sesi sokakta yankılandı.

Ona gözlerimi bayarak baktığımda gözlerindeki ifade değişmedi. Umursamadım. Karıncalanan bileğimi elinin esaretinden kurtardım. Başımı biraz daha ona yaklaştırıp tam gözlerinin içine dik dik baktım. Ve tıslarcasına konuştum.

"Sen siktirip gittiğinde."

Ve gözlerindeki bulutlar birbirine çarptı.

Gri, şimşekli bir gökyüzünü andıran gözlerinden gözlerimi çektim. Ona son defa buz gibi bir bakış attım ve yanından geçip sokağı yürümeye başladım.

Hayır hiçbir hikaye burada bitmezdi.

Tam da bu yüzden arkamdan konuştu.

"Bir zamanlar siktirip giden bu adam, dikenlerini bile özledi."

Bölüm Sonu.

Bekler miydin? •texting•Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin