[1.8]

441 34 5
                                    

you clearly weren't aware that you,
made me miserable.

Böyle diyordu şarkıda. Beni berbat bir hale getirdiğinin açık bir şekilde farkında değildin.

İçimden bu cümleyi tekrar ettim. You clearly weren't aware that you,
made me miserable.

Aynamın karşısında kulağımdaki piercingleri değiştirmiş yerine yenilerini takmıştım. Alnıma dökülen seyrek kâküllerim badem diye nitelendirilen gözlerime erişecek kadar uzamışlardı. Siyah irislerimin üzerinde şeffaf lenslerim vardı. Gözlük kullanmayı oldum olası sevmemiştim. Kaşımım altında ve üstündeki minik piercingim kâküllerimin altında kalıyordu artık. Yüzüme bakıldığında yalnızca dudağımın sol tarafındaki halkayı tek görebiliyordum.

Simsiyah kısa saçlarıma kıyasla tenim bir ölü gibi beyazdı. Beyaz tenli, siyah saçlı, siyah gözlü ortalama bir kızdım. Hatta ortalamanın altında boy uzunluğundaydım.

Arkamdaki gri tekli koltuğumun üzerinden kısa ceketimi aldım. Okul gömleğinin üzerine geçirdiğimde hazırdım.

Odamdan çıktığımda koridorları bir hayalet gibi geçtim. Ev, her zamanki gibiydi. Sessiz değil ıssız. Sanki kimse yaşamıyordu bu evde. Sanki yaşam barındırmıyordu.

Salonun kapısından geçerken gözlerim alışkanlıkla içeri kaydı. Gri kaplamalı koltukların birinin üzerinde içinde bulunduğumuz eve yaraşır bir şekilde annem uyuyordu. Ölü gibi.

Hayır uyuyor yanlış bir kelimeydi. Geceden kalma, sızmıştı.

Dağınık bir şekilde parke zeminde duran kimisi devrilmiş içki şişelerine baktım. Üzerinde çıkarmaya bile çalışmadığı bir takım vardı. Dün ofisine uğramış olmalıydı. Akşamında ise her zamanki gibi partilemiş, eve geç dönmüştü. Sabaha karşı kapı sesini duymuştum.

Ayakkabılıktan botlarımı alıp ayaklarıma geçirdikten sonra kapıyı arkamdan kapattım ve evden çıktım. Saate bakmak adına elimi ceketimin cebine attığımda avucumu dolduran sigara paketini es geçerek telefonu çıkardım. Ekran aydınlandığında saat ibresinin altındaki mesaj bildirimi gözüme çarptı. Tıkladım ve Gururla olan sohbetimiz ekranı doldurdu.

Gurur: sandviç aldım

Gurur: salamsız

Gurur: içecek olarak şeftalili soğuk çay

Gurur: Çıktın mı evden sen?

Şeyda: Kafeye uğrayacağım

Gurur: hayırdır

Şeyda: malzeme istemiştik sabah erkenden getirecekler onları teslim almam lazım

Şeyda: Oradan geçerim okula

Gurur: Tamam

Gurur: Arabayla alayım istersen seni

Şeyda: Gerek yok

Şeyda: Görüşürüz

Gurur: Tamam dikkat et

Ekranı kilitleyip adımlarımı hızlandırdım. Duraktan otobüse çabucak binip inmem gereken kafeler sokağında indiğimde hava hafif rüzgarlı, esiyordu. Minik kahve dükkanının kapısına geldiğimde cebimden çıkardığım anahtarla kapıyı açıp içeri girdiğimde kapının üzerindeki zil kısık sesle boş mekânda yankılanmış, bana her seferinde olduğu gibi minik bir hoşgeldin demişti.

Birkaç telefon görüşmesinin ardından gelen kargoları ve malzemeleri teslim aldığımda onları çabucak gereken yerlere yerleştirmiş, yaşlı patronumun bir saat sonra dükkanı tekrar açması için kapıyı arkamdan kilitlemiş ve çıkmıştım.

Kendimi tekrar sokağa attığımda geldiğim vakite kıyasla daha kalabalıktı. Birkaç saniye gözlerim karşımdaki restorana değdi. Kapının önünde gördüğüm motor kuryeler kendi aralarında muhabbet içindeydi. Muhtemelen gündüz çalışanlar üniversite öğrencileriydi. Akşam vardiyası daha çok biz liselilere kalıyordu.

On dakikalık bir otobüs bekleme maceramın ardından yirmi kişilik otobüste elli kişinin arasında kendime zorlukla ayakta kalabileceğim bir yer bulduğumda telefonumdan kontrol ettiğim saate göre ilk dersi çoktan kaçırmıştım. İlk yirmi dakikası gitmişti. Önümde henüz otuz dakikalık bir yolculuk olduğunu düşünürsek ikinci derse ucu ucuna yetişiyordum.

Kulağıma taktığım kablosuz kulaklıklarımı bile delen bir uğultuyla geçirdiğim otobüs yolculuğu, indiğim anda temiz havanın yüzüme çarpmasıyla bir kere daha ne kadar korkunç olduğunu bana hatırlattı. Toplu taşımalar bir yerlere ulaşma araçları değil, hayatta kalma toplama kamplarıydı.

Hızlı adımlarla okulun olduğu sokak boyunca yürürken iki ara bir derede sigarayı dudaklarımın arasına yerleştirmiş iki fırt çekmiştim bile. Hafif esen havada sürekli sönmeye çalışması beni sinir etse de bir şekilde okul kapısından girene kadar bitmiş, izmaritini çöp kutusuna göndermiştim. Okuldan içeri adımımı atar atmaz ikinci dersin çağrısı olan öğretmenler zili dalga dalga okul koridorlarında yankılanmaya başlamıştı.

Koşar adımlarla sınıfıma çıkmaya çalışırken hangi kafayla bugün bir aksilik yaşamayacağıma inanmıştım bilmiyordum. Çünkü az sonra arkamdan ismimi seslenen Dağhan denen adam bugün de beni darlamaya yemin etmişti.

"Şeyda?" dedi gür sesi koridorda yankılanırken. "Bu saatte mi okula geliyorsun sen?"

Arkamı dönüp ardı ardına küfürlerimi sıralamak ve aldırış etmeden sınıfıma çıkmak arasındayken odasından çıkan okul müdürümüz imdadıma yetişti.

"Kızım ders zili çaldı sen hâlâ koridorda mısın? Koş çabuk sınıfına, koş."

Tonton ihtiyara kısa bir baş sallama hareketiyle onay gönderip arkamdaki puşta kafamı çevirip bir kere bile bakmadan merdivenleri tırmanmaya başladım. Onlar geride kaldığında, ben de sınıfımın kapısının önündeydim.

Sınıfa girip pencere kenarı en arkadaki sırama ilerlerken hemen önümdeki sırada oturan Kerimle göz göze gelmemiz dudaklarımın arasından kısık sesli bir küfür dökülmesine sebep oldu. Umursamadan arkasındaki sırama yerleştiğimde benim aksime o, arkasına dönmüş bana bakıyordu.

"Ne var?" dedim gözlerini üzerimden çekmesi adına olağanca aksiliğimle. O, bu tavrıma aldırış etmedi. Benim askime oldukça ılımlı bir şekilde konuşmaya başladı.

"İlk ders seni sordu hoca, ingilizce hocasının yanında dedim. Şimdiye unutmuştur ama sorarsa sana haberin olsun yine de."

Evet tam o an; ardı arkasına yetişmeye çalıştığım sorumluluklarım değil, başımdaki ağrı değil, bir çocuğun annesini o halde her sabah bulduğu o görüntü değil, hissettiğim fiziksel ve ruhsal yorgunluk değil, basit bir iyilik beni darmadağın etti.

Avuçlarımı yüzüme yaslayıp sert bir şekilde yüzümü sıvazladım.

"Sağol," dedim kısık bir sesle daha fazla ne diyebileceğimi bilemeyerek. Hafifçe başını salladığını hissettim. Ardından önüne döndüğünü. Beni hissettiğim o koca ağırlıkla baş başa bıraktı.

Ders, zihnimdeki uğultular yüzünden anlamlandıramadığım bir zaman diliminde bitti. Gururun beni beklediğini bilsem de yerimden kalkmadım. Başımı sıranın üzerinde birleştirdiğim kollarıma yasladım ve gözlerimi kapattım. Uykusuzluk ve yorgunluktan sızlayan kan çanağına dönmüş gözlerim göz kapaklarımın üzerlerini örtmesiyle ağrılarını iyiden iyiye daha çok hissettirirken kaç saniye veya kaç dakika öyle kaldım bilmiyorum. Başımda kesik birkaç diyalog işitmiştim. Ancak ne dediklerini anlayamayacak kadar karmaşık bir zihindeydim.

Uyandığımda göreceğim üzere Ufuk, karton bir poşetin içine ufak bir not iliştirerek koyduğu sandviç ve soğuk çayı sıranın kenarına asmıştı.

Bölüm Sonu.

Bölüm günümüz perşembe olsun bundan sonra. Yeni kurgum dünyanın sonuna doğmuşuz'a göz atabilirsiniz.

Gelecek hafta görüşürüz🖤

Bekler miydin? •texting•Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin