"Senin için teslim olmadım kafa tutup cihana kalktım geldim .İşim de yok bir gidişim de yok ama düşümle kabuslarla geldim .Aç bağrını yaslayayım yorgun başımı.Sokağı yazarım apartmana kolonlar taşır duvarlar yazar.Yaşarım rezil olmadan ve seni üzmeden utandırmadan.Hırsım yok inadım var biraz şanım var ama geçicidir.Aç bağrını yalnızım yine bezmişim bu kaçıncıdır..."
-
Güçlü yumrukları olan,dimdik omuzları ile bir an olsun başını yere eğmeden ilerleyen herkesin bildiği bir gerçek vardı. Kimsenin indiremediği o başı insanın kendi gururu indiriyordu reverans edercesine. Hatta daha da beteri kendi gururu için el pençe eğilip etek öper gibi iki büklüm kalabiliyordu en güçlüsü dahi.
Ana rahminde güvenli bir kesenin içinde gibi hissetmemişti hiç. Sanki ana rahminden itibaren dikenli teller vardı. Ne rüyalarla dolu bir çocukluğu vardı sığınabilecek ne de bu kabuslardan dert yanacağı gerçek arkadaşları.
"Annesi yok bitlidir bu."sözünü duyduğunu anımsıyordu başka bir veliden. Hayatında canının en çok yandığı ve güçlü yumrukları konuşturmaya başladığı yaşlara denk geliyordu bu söz. Bunu diyen velinin çocuğunu canını alırcasına yumrukladığında belki sadece yedi yaşındaydı Kutay.
Zor olmamıştı,evde ne görüyorsa aynısından yapmıştı. Babası "Salak olmaması için" başına vurmadan etlerini sıka sıka göğerterek vururdu. Kutay da "Salak olmasın"diye başına vurmadan etlerini göğerte göğerte vurmuştu çocuğa.
"Senden de adam olursa..."diye devam etmişti babasının sözleri ve Kutay her seferinde "Senden adam mı olur?"diye sayıklamıştı ellerinde yumrukladığı beden her kimse. Yüzler değişiyordu,isimler ve sıfatlarda. Çoğu zaman ,zaman kavramı dahi belirsizdi oysa. Kutay sadece bir prova yapar gibi evde ne gördüyse öfkesini dışarıdan öyle çıkarıyordu.
Kalbinin kırılmasına müsade etmezdi, kalbi kırılmadan birilerinin kafasını kırardı da zaten. En iyi ihtimalle kaldırım taşlarından dişlerini inci gibi toplatarak,yüzlerini asfalta sürerek parçalayarak ayakkabı altında ezerken kırardı kendi kalbini kıranların her bir zerresini.
Şimdi ise ellerinde tuttuğu defter ile uzuvları tutmuyor gibi hissediyordu. Boşlukta sallanıyordu elleri sanki ve hiç var olmamıştı. Bir cisim nasıl kavranır bilmeyen bir bebeğin aciziyeti vardı ellerinde. Her an parmaklarından kayıp düşürecek kadar uyuşuk ve kabiliyetsiz biçimle tutuyordu avuç içlerinde.
Kendini yeniden günlerce unutulduğu arabada kilitli hissediyordu. Ne klima vardı ne de bir cam açığı. Ne bir damla su vardı ne de ferah bir rüzgar. Sadece öğlen güneşinde baygınlık geçiren,arka koltukta ölümü bekleyen ufak bir oğlan çocuğuydu soğuğu arzulamakta olan.
Nefesi kesiliyordu Uygar'ın dizelerinde,yeniden kilitli kalacağını biliyordu.
Açmaması gerekirdi,bu defter ortadan kalkalı olmuştu. Bu defter yazılırken Kutay Uygar denen oğlanın varlığından habersizdi zira. Ne o onun sabunsu,çiçeksi mis kokusunu solumuştu ciğerlerine ne de yumuşacık teninde dudakları kavrulmuştu. Ne gecelerini sabaha çevirmişti ne de onun gülüşüne tanık olabilmişti.
Bu dizeler yazılmadan önce Uygar'ın varlığından habersizdi Kutay. Kendisine bulaşmayan herhangi bir inek kadar ederi vardı. Bu dizeleri ilk okuduğunda da "sindirilmesi gereken baş düşmanı Tayfun'a yanık ibne kankası.."diye ağlatmıştı ceylan gözlü oğlanı.
Şimdi en az ölü birine çiçek götürmek kadardı manası bu sözlerin. Ölülerin gözyaşlarına ve çiçeklere ihtiyacı olmazdı,Kutay'ın da bu ölü cümleleri okumasına gerek yoktu. Kokusu hala üzerindeydi Uygar'ın ve birazdan evlerine gideceklerdi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Son Perde
Lãng mạn"Hiç sevilmemişsin,sevdiğin ise meçhul!"diye gürledi ceylan gözleriyle. Sevmek ve sevilmek nedir özenle ince ince öğreteceğini bilmeden...