"Bir gün sen de nasıl öleceğini bileceksin." demişti annem. Bu sözleri sarf ettiği gece daha yeni on sekiz yaşıma girmiştim. Doğum günümdü ama ne bir pasta mumu üflemiştim ne de renkli paketlerde hediyeler almıştım. Akşam yemeğini yine aynı kavgalar eşliğinde bitirmiştik ve annem beni yanına balkona çağırmıştı. Her gece burada oturur, elindeki bardaktan yudum yudum içerdi. Geçen ay boyattığı kahverengi saçları rüzgârda uçuşurdu. Bunu sevdiğini biliyordum. Bu soğuk ve pis balkon zemininde oturduğu süre boyunca gün içinde yüzüne uğramayan sıcacık bir gülümseme bahşederdi geceye.
Anneme karşı ne hissettiğimi hatırlamıyorum. Onu sever miydim yoksa sadece acır mıydım emin değilim. Daha sevginin ne demek olduğunu ya da acıma duygusunun insana nasıl hissettirdiğini bilmiyordum bile. Ama o gece annemin hakkında düşündüğüm tek şey ne kadar güzel bir kadın olduğuydu. Onu gözlerimi kocaman açarak seyretmiştim. Ve şimdi ne zaman annemi hatırlasam aklıma hep o görüntüsü gelir. Ay'ın ışığında parlayan beyaz ten, canlı ela gözler ve alkolden dolayı kızarmış yanaklar... Ama annem hakkında asıl unutamadığım şey o gece bana söylediği cümlelerdi.
"Peki sen biliyor musun nasıl öleceğini?"
O an içimdeki bu duyguyu anlamlandıramamıştım her zamanki gibi. Ama şimdi düşündüğüm zaman merak olduğunu anlamıştım. İnsan nasıl öleceğini bilebilir miydi? Peki neden annem tam da on sekizime bastığım gece söylemişti bunu bana?
"Elbette biliyorum." diye cevap vermişti bana sakince.
Annem biliyordu. Bir an duraksadığımı hatırlıyorum. Ona nasıl öleceğini sormalı mıydım? Sonra hayır, demiştim içimden. Bilmek istemiyorum. Bazen bilmek istisnai bir şekilde acı verir. Bu hayatta öğrenmek istediğim en son şey bile değildi annemin nasıl öleceği. Ama bu durum kendim için geçerli değildi tabi ki.
"Nereden anlayacağım nasıl öleceğimi?"
Annem belki de ilk defa gözlerini bu kadar uzun tutmuştu üzerimde. Elaları yüzümü taradı ve alaycı bir şekilde gülümsedi. Neyle alay ediyordu?
"Bir gün..." dedi. "Hissedeceksin."
Annem bilmiyor olamazdı değil mi? O an bağırmak istedim avazım çıktığı kadar. Sesim kısılana dek anlatmak istedim. Anne ben hissedemiyorum. Hatırla. Senin kızın Peri... Hiçbir şey hissedemiyor. Alkol mü unutturmuştu yoksa bütün bunları ona? Annemin sesini bile titretemeyen alkol, kızını mı silmişti zihninden?
Evet biliyordum. Annem asla iyi biri değildi. Ne bana karşı ne de hayata karşı... Benimle ilgilendiği zamanlar o kadar kısıtlıydı ki en son ne zaman saçımı okşadı hatta ne zaman bana adımla seslendi onu bile hatırlamıyorum. Kızına on sekiz yaşına bastığı gece ölümden bahseden bu kadın aslında kızının on sekiz yaşında olmadığını biliyordu. Gerçi tekrar düşündüm de belki o günün doğum günüm olduğunu bile bilmiyordur. Sırtındaki yükleri yavaş yavaş bana devretmeye başladığında yedi yaşımda falandım sanırım. Ve işte nihayet bugün Verda Hanım'ın bütün yükleri benim kambur sırtımdaydı. Artık kırk yaşında olan bendim. Annem ise benim bütün yaşlarımı çalmıştı. On sekiz yaşında olan oydu, ben değil. Ölmeye meraklı olan bendim, o değil.
Aleksitimi hastalarının hissettiklerini ama hissettikleri duyguyu açıklamakta yetersiz oldukları söylenirdi. Üç yıl önce bana konulan tanı buydu: aleksitimi... Ancak ben duyguların adlarını bilirdim. Biri sana çarpıp dondurmanı yere düşürürse hissedeceğin şey öfke ve üzüntü olmalıydı ya da annen kocaman çilekli bir pasta yaptığında gözlerinde oluşması gereken duygu mutluluktu. Biliyordum. Duyguları tanımlayabiliyordum ama onları hissedemiyordum. Tıpkı şimdiki durum gibi. Anneme karşı hissetmem gereken tek duygu hayal kırıklığıydı. Belki de ona acımalıydım. Bu kadar kötü bir insan ve anne olduğu için... Onu gülümseten tek şey alkol olduğu için... Fakat ben bu soğuk balkon zemininde otururken ellerimi dizlerime sarmış, öylece karşımdaki bu yabancı kadını boş gözlerle izliyordum. Bütün yaşlarımı ona vermeme rağmen hâlâ beni tanımayan, hâlâ beni anlayamayan bu beceriksiz kadına verebileceğim hiçbir duygum yoktu. Ya da ona karşı o kadar fazla şey hissediyordum ki bu hisler birbirini nötrlüyordu. Böyle olmasını dilerdim. Yeter ki hissedebileyim. Yeter ki bir gün şu kadının karşısına geçip bütün kızgınlığımı, acımı, üzüntümü ona verebileyim.
Annem her zaman yanılırdı, yalan söylerdi, yanlış şeyler yapardı. Tek bir şeyi bile doğru yapamazdı. Nefes almayı bile beceremez sigaraya ihtiyaç duyardı. İşte böyle bir kadın asla hisleri algılayamayan biricik kızına nasıl öleceğini hissedeceğini söylüyordu. Asla annemin dediği şeyleri dinlemezdim. Ben mutfakta çorba karıştırırken bana bırakmam gerektiğini söylerdi ya da ocağın altını biraz daha açmam gerektiğini... Onu dinlemezdim ve çorbayı var gücümle karıştırır altını da en kısık olacak şekilde ayarlardım. Çorba mükemmel olurdu. Bana bir kızdan uzak durmam gerektiğini söylerdi ve ertesi gün o kızı kedileri beslerken görürdüm. Bunun gibi şeyler...
Annemi asla dinlememem gerektiğini biliyordum. Ama nedense bu sefer onu pür dikkat dinlemiştim. Çünkü bu kez ilk defa benim ilgi alanıma giren bir şey hakkında konuşmuştu. Ölüm. Bundan pişman olacağıma oldukça emindim. Kesinlikle pişman olacaktım.
Psikolojik midir bilinmez bu konuşmadan on gün sonra babam büyük bir kavga sonucu bizi arabaya sürüklediğinde kocaman uzun parmaklı bir el boğazımı sıkıyormuş gibi hissettim. Ben hissettim.
Bunu anladığım an arkama sakince yaslanmış ve dudaklarımın kıvrıldığını görmüştüm arabanın camından. Babam hemen aynadan benimle göz göze gelmiş, açıklamaya başlamıştı bu duyguyu. "Dudakların yukarı kıvrılıyorsa ve karnında bir şeyler hareketlendiyse bu mutluluktur Peri. Babaannenlere gittiğimiz için çok mu mutlusun?"
Hayır baba. Ölümü hissedebildiğim için bu kadar mutluyum.
O kutlu günden sonraki günlerde hep arabaya binmeyi dört gözle beklemiştim. Bu isteğimi dile getirdiğim bir akşam yemeği yine annemin gözyaşları ve babamın öfkesiyle doluydu. Bütün hissizliğimle söylediğim cümle yemek masamızın tam ortasına kurulmuştu.
"Arabayla gezmek istiyorum."
Ailemden istediğim ilk ve tek şey buydu sanırım. Bu yüzdendir ki babam her zamankinin aksine bütün sakinliğiyle masadan kalkıp evin dış kapısına yönelmişti. Annem de aynı şeyi yapmıştı. O an hiç düşünmemiştim annemin neden bizimle geldiğini. O kadar itaatkâr bir şekilde binmişti ki arabaya sanki neler olacağını en başından biliyordu. Ve ben de bildiğini biliyordum.
Ölme merakım arabaya bindiğim an boğazıma bir halat gibi dolandı. Özgürlük denilen şeye en yakın olduğum andı o an. Camları sonuna kadar açmış, ön koltuklardan görünmeyen yolu görebilmek için ortaya doğru uzatmıştım kafamı. Nasıl öleceğimi biliyordum peki ne zaman gerçekleşecekti? Bugün mü? Ya da yarın...
Anneme sormak istedim. Hatta bunu yapacaktım da. Ama cevabımı çok geçmeden aldım. O gün bu gündü. Hızımız çok muydu yoksa bir arabaya çarpmamak için mi bu koca ağaca vurmuştuk bilmiyordum. Başımı ön cama büyük bir acıyla çarptığımda da zaten karanlık beni uzun kollarıyla sarmış hiçbir şeyi düşünmeme izin vermemişti. Tek hissettiğim şey mutluluktu. Ölüme kavuşmanın mutluluğu...
Ama size söylemiştim. Annem hep yanılırdı. Asla onu dinlemeyen ben de bir kez olsun inanmak istemiştim. Gözlerimi açtığımda karşımdaki beyaz tavan o kadar temizdi ki parlaklığı yüzünden tekrar gözlerimi kapatmak zorunda kalmıştım. Doktorlar tek hayatta kalanın ben olduğumu söylemişlerdi. Aileden hayata tutunan tek kişi benmişim.
Bu cümlelerden sonra yüksek sesli bir kahkaha atmıştım. Bütün duyguları aynı anda bütün hücrelerimde hissediyordum. Ben Peri Karaay. Hissedebiliyordum. Doktor deliymişim gibi büyük bir şaşkınlıkla beni izliyordu. Kahkaham fazla uzun sürmedi. Kolumdaki kocaman sarmal morluğun tam üzerini bir iğnenin deldiğini hissettim ve çok geçmeden uykuya daldım.
En çok isteyen bendim ama tek elde edemeyen yine bendim öyle mi? Hayatın hep adil olduğunu düşünmüşümdür. Size kaldıramayacağınız hiçbir yükü yüklemezdi. Bu düşüncemi sorguladığım ilk an doktorun bana aleksitimi tanısını koyduğu zamandı. Annem yüzündeki o korkunç duygusuzlukla ağlıyordu. Sanki kadim bir görevi yerine getiriyormuş gibiydi. Asla duygu yoktu ama gözyaşları vardı. Annem bile ağlayabilecek kadar bir şeyler hissedebiliyorken ben niye hissedemiyordum? Bu haksızlıktı. Aynen böyle düşünmüştüm.
Ama aslında hayat yine gayet adildi. Bana kaldıramayacağım bir yük vermek istemiyordu. Hissetmek benim için çok ağır bir yüktü. Ölmek de öyleydi sanırım.
Evet annem hep yanılırdı. Fakat ben de yanılmıştım. O gün o arabada ölmediğimi sanıyordum. Hâlâ nefes alıyordum sonuçta. Ayrıca en önemlisi hissedebiliyordum. Peki gerçekten o arabadan sağ çıkmak beni yaşayan bir insan yapar mıydı? Nefes almak yaşamak mıydı?
,
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Siyah Ay ve Beyaz Bulutlar (TAMAMLANDI)
Science Fiction"Yani biz birbirimizi iyileştirdiğimiz için bu mavilikler, soğukluk... Bu hissettiğim garip şey... Öyle mi?" Ilgaz da benim gibi ayağa kalkmış, hafifçe bana yaklaşmıştı. Gözleri hüzünle parlıyorlardı. "Sana bütün bunları kanıtlayabilirim." dedi adım...