Merhabalar! Bu bölüm benim nitelediğim şekilde "ben daha iyisini yazana kadar en iyisi" ... Bu cümleyi en son Denizin Yuttuğu Ev - 30. Bölüm için kurmuştum, herhalde bir de final bölümü için kurmuştum. Gerçi yazar kişiyle okuyucunun favori bölümleri eminim ki değişiyordur, ben daha çok bölümün kurgudaki önemini düşünerek değerlendiriyorum ve tabii kendimce ne kadar iyi altından kalktığımla... Umarım siz de beğenirsiniz, böyle zevkle yazdığım ve beğendiğim bölümleri paylaşmak benim için daha stresli oluyor.
Bölüm çoğunlukla 2010'da geçiyor, yani zamanında Helen'in gözünden okuduğumuz sahneleri bir de Pınar'ın gözünden okuyacağız. Merak eden olursa veya tekrar dönmek isteyen bu bölümdeki olaylar Helen'in bakışaçısından Denizin Yuttuğu Ev 17 ve 18. bölümlere tekabül ediyor.
Çok konuştum.
İyi okumalar!
MART 2010
Aynaya baktım. Bordo, volanlı, yırtmaçlı bir elbise giymiştim. Daha doğrusu annem giydirmişti. Bence basit bir "Hoşgeldin İlkbahar Konseri"nde tek bir şarkıda piyano çalmak için fazla abartılıydı. Daha yeni iyileşen ayaklarım topuklu ayakkabıların içinde hiç de rahat değildi ama annem bu elbisenin bana yakıştığını söylüyordu. Bense aynaya bakarken hiç öyle hissetmiyordum. Yan döndüm ve potluk yapan göbeğime baktım. Onca ay alçılı bacaklarla yaşadığım için vücudumun üstü kilo almış, bacaklarımsa kullanılmamaktan eriyen kaslarımdan dolayı incelmişti, henüz tam toparlanmamıştı. Aynaya baktığımda karşımda garip guraba, tuhaf bir figür görüyordum. Carmen olmaya çalışırken Notre Dame olmuş gibiydim.
Gereksiz yere kendimi çok gergin hissediyordum. Belki uzun zaman sonra ilk defa süslenip püslenip kendimi göstereceğimdendi. Kendimi bu elbisenin içinde rahat hissetmememdendi. Veya sahneye çıkıp Helen'le Yekta'nın müzik grubu Sünepe Prenses ve Üç Sefiller'e piyanoyla eşlik edip dördüncü sefil olacağımdandı. Üstelik izlemek için annem ve babaannem de orada olacaktı. Babamınsa toplantısı vardı.
Babaannem iki torununun da sahnede olduğu anı kaçıramayacağını söylemişti. Seçmelerin kaderini değiştirmemden sonra neredeyse bana doğru attığı ilk adımdı bu. Son birkaç aydır benden uzaklaşırken Helen'le daha sıkı fıkı olmuştu ve şu an Helen adım adım Kudret Feridun Jr.'lığa doğru yürüyor ve benden benim olan her şeyi almaya devam ediyordu. Bense bacaklarımı bahane ederek ya odamda saklanıyor, ya Sami'yle birlikte dışarıda oluyor ve bütün bu kendi eserim olan korkunç gelişmelerden mümkün olduğunca kaçıyordum. Babaannemi görmemek, onunla göz göze gelmemek için her şeyi yapıyordum. O onaylamayan bakışlarından kaçmak için... Belki de dümdüz bakıyordu ama artık herkesin, babaannemin, annemin, babamın, umurumda olmasa bile Helen'le Yekta'nın, hatta Günseli Teyze'yle Şükrü Amca'nın bakışlarında bile hep bir eleştiri, hep bir kınama arıyordum. Hayatımın bu yalıya kendimi bu kadar ait hissetmediğim bir dönemi daha olmamıştı. Dedem ve halamı kaybettikten sonra bile...
Sanki ben gerçek Pınar Feridun'un yerini almış bir kuklaydım. Böyle hissediyordum. Aynaya bakarken gördüğüm, giydiği elbise üzerinde sırıtan kadın Pınar Feridun değil, onun elbiseleriyle evcilik oynayan bir kız çocuğuydu. Tombul kollu, sıska bacaklı, küçük, salak bir kız çocuğu...
Annem yine kapımı tıklatmadan içeri girdi. Abartarak "Ah, prensesim! Ne de güzel olmuşsun! Şöyle dön bir bakayım etrafında!" deyip elimden tuttu ve beni kendi etrafımda döndürdü.
"Kendimi pek rahat hissetmiyorum..."
"Güzellikle rahatlık çelişen şeyler zaten, tatlım. Her neyse... Hazır mısın bakalım bu geceye?"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Leto'nun Adası - Denizin Yuttuğu Ev III
Fiction généraleO anda Pınar Feridun öldü. Ölmek zorundaydı. Pınar böyle yaşayamazdı. 'Pınar öldü ama merak etme, tekrar doğacaksın.' dedi babaannem. Kağıt üstünde ölüydüm. Ama bedenim ve ruhum canlıydı. Yaşadığımın farkına ise ancak onunla tanıştıktan sonra var...