Yukarıya Chopin'in bir nocturne'ünü bıraktım çünkü bence bu bölüme yakışıyor :) İyi okumalar ^^
KASIM 2009
Hava serindi. Ama ben yine de odamın balkonunda oturmayı tercih ediyordum. Omuzlarımın üzerine şal, bacaklarımın üzerine de battaniye örtmüştüm. Hâlâ biraz titriyordum ama yine de odamın içinde oturmaktan iyiydi. En azından etrafı izleyebiliyordum. Bahçeyi, denizi, yoldan geçen arabaları, martıları, kedileri...
Bacağım kırılmadan önce bu balkonda hiç oturmazdım. Sadece birkaç dakika hava almak için kullanırdım, o kadar. Ama ne zaman ki tekerlekli sandalye ayrılmaz bir parçam oldu, o zaman bu balkon en uğrak noktam hâline geldi. Hem içerideydim, hem dışarıda... Sevgili kardeşim Helen'in balkonda oturmayı neden bu kadar çok sevdiğini anlayabiliyordum artık. Gerçi o sandalyede oturmuyordu, tırabzanlarda oturup ayaklarını sallandırıyordu ama... Deli mi ne! Kendiyle zoru var işte.
Ben de tırabzanlardan olabildiğince uzakta duruyordum. Korkmuyorum ama sevmiyorum da yüksekte olmayı. Yine de odamın balkonu şu sıralar hayatımda ve bu evde olup bitenleri gözlemleyebilmem için tek seçenekti... Muhtemelen Helen de bu yüzden sürekli balkonda veya ağaç tepesindeydi. Hem bir şekilde burada olduğunu gösteriyor, hem evdeki herkese üstten bakma şansını elde ediyor, hem de herkesi gözetleyebiliyordu. Küçük, sinsi bir kedi gibi... Normalde onun gözü hep benim üstümde olurdu. Dikerdi böyle gözlerini, bakardı. Göz hapsine alırdı herkesi. Ama şimdi işler tersine dönmüştü. Balkonda oturup bahçeyi izleyen bendim, bahçede durup Yekta'yla çene çalan da oydu. Mırıl mırıl mırıldanıyordu Yekta'ya, sırnaşıyordu. İstesen de istemesen de bacaklarına dolanıp kendini zorla sevdiren bir kedi gibi... Dudaklarımın tiksintiyle kıvrıldığını hissediyordum. Gülümsüyorlardı. Mutlu görünüyorlardı. Sadece birbirlerine bakıyorlardı. Balkonun kuytu köşesinin karanlığına, şalla battaniyenin arasına gizlenmiş beni görmüyorlardı.
Sonra bir hareketlilik oldu. Bir rüzgar esti. Şalım uçuştu. Hemen toparlasam da Helen'in aksine beni görmesinler diye iyice duvardan tarafa sindim. Ama hiç yukarı bakmadılar. Yekta yere eğildi ve bir şey aldı. Tam göremediğim için önce çöp sandım. Sonra aldığı şeyi Helen'e uzattı. Ancak Helen'in eline geçince anladım ne olduğunu. Kurumuş bir sarmaşık yaprağı... Helen sanki dünyanın en değerli hediyesini almış gibi sırıttı. Yaprağı parmağının arasında döndürürken ondan gözlerini hiç ayırmadı. Alt tarafı rüzgarla önlerine düşen kuru bir yapraktı. Bu mevsimde ayaklarımızın altı hep yapraktı zaten! Basıyorduk, çatırtıyla parçalanıyorlardı. Helen parmaklarını biraz daha sert hareket ettirse bu salak yaprak da ufalanacaktı. Ama Yekta Bey'den geldi diye bu yaprağa ayrı bir ihtimam gösteriliyordu. İlk düşündüğüm gibi çöp verse onu da öpüp başına koyardı zaten! İğrenç.
Yaprak alışverişinden daha iğrenç olan bir şey varsa o da birbirlerine bakışlarının bayıklığıydı. Sanki karşılarında dünyadaki en mühim insan varmış gibi! Bakışları buluştuğunda ayrılmıyordu, ağdalı bir şekilde uzuyor da uzuyordu. Helen başını yana yatırıyor, Yekta ellerini cebine bir sokup bir çıkarıyordu. Bayağı bayağı flörtleşiyorlardı. O kadar salak görünüyorlardı ki... Bu salak hâlleri sayesinde emin oldum. Aşık olmuşlardı. Ne çabuk! Aslında bir anlamda çabuk da değil. Yıllardır tanışıyorlar ama birkaç ayda artık şeytan mı dürttüyse ne aralarında farklı bir iletişim gelişti. O iletişim yıllardır neredeydi? Utanmışlardır birbirleriyle konuşmaya... Ah yazık! Helenciğim balkonlardan izlemiştir bahçıvan çocuğunu, Yektacığım da çiçekleri sularken gizlice göz atmıştır evin külkedisine! Ne tatlı, ne saf, ne masum! Ama aralarında tek bir konuşma geçince de geri kalanı çorap söküğü gibi gelmiştir. Ve sonuç da bu... Bu bayık, aşık bakışlar ve yaprak romantizmi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Leto'nun Adası - Denizin Yuttuğu Ev III
Fiction généraleO anda Pınar Feridun öldü. Ölmek zorundaydı. Pınar böyle yaşayamazdı. 'Pınar öldü ama merak etme, tekrar doğacaksın.' dedi babaannem. Kağıt üstünde ölüydüm. Ama bedenim ve ruhum canlıydı. Yaşadığımın farkına ise ancak onunla tanıştıktan sonra var...