17. Felaket

95 17 7
                                    


Merhabalar... Aslında bu bölümü çok daha erken paylaşacaktım, kontrol etmeyi 5 Şubat, Pazar günü bitirdim ve ertesi gün paylaşırım diye düşünmüştüm. Saat geç olduğundan... Ama hepimizin bildiği gibi maalesef oldukça gerçek bir felaket bizi vurdu. Hepimizin yorgun, üzgün ve kızgın olduğunu bildiğimden ötürü bölümün adının kendini pek yansıtmadığını söylemek istiyorum. O kadar da karanlık bir bölüm değil, en başındaki rüya sekansını saymazsak. Daha çok sanat dolu bir bölüm oldu. 

Yukarıya bir Yves Klein mavisi bıraktım (IKB 79). Biz Klein gibi yeni renkler keşfetmesek de olur ancak keşke ama keşke etrafımızdaki renklerin doya doya tadını çıkarabilsek! Çevremizdeki renklerin tonlarını görebilsek, hissedebilsek ve griye hapsolmasak... Keşke keşke! 

Bölüme bir Descartes alıntısıyla başlıyorum, rüya sekansını yazarken beynimde yankılanan alıntı bu olduğu için. Ruhlarımıza dinginlik, size de iyi okumalar diliyorum...


"Ve belki de (Ya da daha doğrusu, birazdan göstereceğim gibi, pekin olarak) kendisi ile çok yakından bağlı olduğum bir bedenim olsa da, (...) açıktır ki bu ben [eş deyişle, beni ben yapan ruhum] bedenden gerçekten ayrıdır ve onsuz var olabilir."-René Descartes, Altıncı Meditasyon.

TEMMUZ 2013

"Öl o zaman," diye tısladı. Üzerine basa basa "Öl, öl, öl o zaman!" derken sesi birbirine sürtülen taş parçaları gibi gıcırdıyordu. "Benim olmayacaksan... en doğrusu, en hakkaniyetlisi bu olur! Öl o zaman!"

Ellerine dolanmış saçlarımı çektikçe geriye doğru gidiyor, acıyla haykırıyordum. Ayaklarımı sıkı sıkı yere basmaya, acıya teslim olmamaya çalışıyordum. Çünkü biliyordum, geriye doğru attığım tek bir adım uçurum demekti, kayalıklar demekti, deniz demekti, ölüm demekti. Sahip olduğumun bile farkında olmadığım bir güçle ona direnmeye çalışıyordum. Artık en ucundaydım hayatın.

"Bırak beni... Lütfen. Ben ölürsem bebek de ölür. Yapma. Onu düşün. Mutlu olmuştun... ilk duyduğunda? Hı?"

Zar zor konuşuyordum. Hem acıdan, hem korkudan, hem de burnumdan akan kanın ağzıma dolmasından kelimeler teker teker canhıraş terk ediyorlardı boğazımı.

"Seni bıraktığım an beni terk edeceksin! Bilmiyor muyum? Salak mıyım ben? Ha? Salak mıyım? Bebeği de göstermeyeceksin bana. Benim yanımda olmadıktan sonra, benim olmadıktan sonra senin de bebeğin de ne önemi var?"

Öyle öfkeyle konuşuyordu ki gözü hiçbir şey görmüyordu. Fırsattan istifade ederek onu ittirmeye uçurumdan uzaklaştırmaya çalıştım. Bu sırada ona yalvarıp dikkatini dağıtmaya devam etmeye çalışıyordum.

"Ha-hayır... öyle bir şey yapmam. Lütfen... Yeter ki dur! Ne istersen yaparım, hep yanında dururum. İstediğin gibi..."

Bir anlığına boş bulundu, düşündü. Bense ne dersem diyeyim, bugün değilse de bir başka gün uçurumun dibini görmenin kaçınılmaz olduğunu biliyordum. Bu yüzden harekete geçtim. Onu ittirmeye devam ederken bütün ağırlığımı üzerine doğru verdim. Eli saçlarıma dolanmıştı, ben kendimi hızla onun üzerine atarken direnemedi, yere düştü. Fazla vaktim yoktu, fazla gücüm de yoktu. Onu ittirirken gözüme kestirdiğim taşa ulaşmam gerekiyordu. Ama o hemen kendini toparladı. Ben onun üstündeyken hemen durumu tersine çevirdi ve o benim üzerime çıktı. Elleri boğazımda birleşti.

Benim nefesim boğazıma kenetlenen parmaklarıyla birlikte kesilirken "Seni yılan... Beni alt edebileceğini mi sandın? Edemezsin. Kimse edemedi. Ben kazanacağım, ben! Ben hep kazandım!" diye tükürüklerini saça saça bağırıyordu.

Leto'nun Adası - Denizin Yuttuğu Ev IIIHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin