14. Uçurum

101 14 32
                                    


Biraz geç bir yeni bölüm oldu, yazamadığımdan değil yazmaya vaktim olmadığından :( Ama bundan sonra daha sık güncellerim gibi... Yani en azından umudum o yönde! İyi okumalar ^^


ARALIK 2006

Gözlerimin beni aldattığına emindim.

Bu gece hava pusluydu. Yağmur yeni dinmişti. Pekala gözlerim beni yanıltıyor olabilirdi. Metreler ötesindeki bir pencere, camda hâlâ asılı duran buğu ve yağmur damlaları... Kesinlikle. Buğulu bir camın ardından gördüğüm bu görüntü yalnızca gerçekliğin benimle alay edercesine çarpıtılmış bir hâliydi.

Onlar olamazdı.

Gördüklerim onlar olamazdı.

Sürpriz yapmak istemiştim, sürprizleri severdim. Tolga'nın doğum günlerini kutlamayı sevmediğini biliyordum ama benim için bir ayrıcalık yapar diye düşünmüştüm. Sonuçta ben onun sevgilisiydim.

Evet, sevgilisiydim. Aşık olduğu, yere göğe sığdıramadığı, yanından ayrılmak istemediği sevgilisiydim.

Öyle diyordu.

Ben de ona haber vermeden aldığım hediyeyle -yumuşacık kaşmir bir kazaktı bu ve onu her giydiğinde ona sarıldığımı hissedeceğini söyleyecektim ona- evine gitmiştim. Ailesiyle beraber mum üfleyeceklerdi yalnızca, ben de abartmak istemediğimden parti organize etmemiş, onların küçük partilerine dahil olmak istemiştim. Zaten Tolga'nın ailesini de tanıyordum. Beni seviyorlardı.

Süslenmiştim. Hava soğuk ve kapalı olmasına rağmen özenerek, biraz da ince giyinmiştim. Bordo renkli, uzun kollu mini elbisem ve altına topuklu çizmelerim... Havadaki nem kuaförde maşalattığım saçlarımı biraz bozmuştu ama umurumda değildi, düzeltirdim. Annemin öğütlediği üzere maşam hep çantamdaydı.

Cama biraz daha yaklaştım. Yanlış gördüğümü düşünüyordum hâlâ ama yine de kapıyı çalmadan önce gözlerimi ikna etmek istiyordum.

Yaklaşabildiğim kadar yaklaştım. Sokak lambaları yanmasa da işimi sağlama alıp dikenlerinden hâlâ sular damlayan çam ağacının ardına saklandım. Ve başımı uzattım...

Ve donup kaldım. Orada dikilip sanki yüzyıllar önce oraya yerleştirilmiş bir heykelmişçesine hareketsiz karşımdaki görüntüyü izledim.

Onlardı.

Gözlerimi ikna ederim sanmıştım, ben gözlerimden daha iyi bilirim sanmıştım ama... gözlerim bana kendi zekamdansa onlara güvenmem gerektiğini bir kez daha göstermişti.

Aptaldım. Orada dikildiğim süre boyunca aklımdan geçen tek düşünce buydu.

Aptalsın, aptalsın, aptalsın...

Aptal olmayan biri buna kanmaz! Aptalsın. Kandırıldığım için onları suçlamaktan çok kanacak kadar aptal olduğum için kendimi suçluyordum.

Gözlerimi yalancılıkla suçlayacak kadar ağırıma giden şahit olduklarımı daha fazla kaldıramadım. Camı parçalayıp, içeri girip ikisini de bir kenara fırlatarak ayırmak istiyordum. Ellerimle yakalarından tutup duvara çarpmak ve yabani bir hayvanmışım da hiçbir dili bilmiyormuşum gibi bağırmak, haykırmak istiyordum.

Hiçbirini yapmadım.

Dudaklarıyla, dilleriyle ve hatta burunlarıyla yıllarca çöllerde kalmış gibi bir hararetle, yoksunlukla öpüşenler onlardı. Sanki birbirilerini yutmaya çalışıyorlardı. Belgesellerde gördüğümüz aslan ve geyik... Geyik de yırtıcıydı ama bu sefer. Hele o elleri, hele o elleri! Aslanın bütün vücudunu parçalamaya ant içmiş gibi bir sertlikle dolanıyordu onun vücudunda... Aslanın avuçları da boş durur mu? O da...

Leto'nun Adası - Denizin Yuttuğu Ev IIIHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin