Bayram öncesi bölümle geldimmm :) Yukarıya eklediğim resim Sir Frank Dicksee - The Confession (İtiraf)(1896). Spoiler olsun, beklenilen itiraf olmasa da (ona daha var) birtakım itiraflar bölümde mevcut. Ben daha fazla olacakları ve olmayacakları anlatmadan... iyi okumalar...
MAYIS 2006
Bitmişti.
Sonunda!
Biraz daha Yekta'nın nemrut suratına, dedikodumu yaptığını bildiğim Rukiye Hoca'nın samimiyetsizliğine katlanamayacaktım. Pembe elbisemi giymiş, Material Girl'ü söylemiş ve sonucunu asla umursamadığım bu üniversiteler arası şarkı yarışmasından kurtulmuştum. Yekta'nın şarkısını söylemesini beklemeden çekip gidecektim.
Kulise üstümü değişmek için girdim ve soyunma odasının yolunu tuttum. İçeri geçtiğimde çantamı ve kıyafetlerimi buldum. Oldukça dar olan elbisemin fermuarını açmak için çaba sarf ediyordum ki bir ses duydum.
"Şşşt... yardım edeyim mi açmana?"
İrkildim ve sesin geldiği tarafa baktım. Fermuarımı bırakmayıp sıkı sıkı tutmaya devam ettim.
"Oktay? Korkuttun beni! Burada ne yapıyorsun?"
"Seni bekliyorum." dedi çok normal bir şey söylüyormuş gibi.
"Kadın soyunma odasında?"
"Hı hı... aynen," dedi. Ağır adımlarla bana doğru yaklaşıyordu. "Bugün çok güzelsin. Daha fazla sabredemedim."
Elini belime koyup sertçe beni kendine çekti. Şaşırarak "T-teşekkür ederim." dedim. Bana bir tuhaf bakıyordu. "Oktay, sen iyi misin?"
"İyiyim ama daha iyi olacağım." deyip yüzünü bana yaklaştırdı.
"Ne yapıyorsun sen?!" diye sorup kollarından sıyrıldım. İlişkimiz bana bu şekilde yaklaşabileceği boyutta değildi. Hâl ve tavırlarındaki değişim, kollarının vücuduma uyguladığı güç rahatsız ediciydi.
Elbisemin yarıya kadar inmiş fermuarını tekrar çektim ve kenarda duran çantamı alıp "Üzerimi değişmekten vazgeçtim." deyip dışarı çıktım. Beni durdurmaya çalıştı ama geç kalmıştı. Kulisin karanlık koridorlarından geçerken arkamdan yürüdüğünü hissedebiliyordum. Adımlarımı sıklaştırdım ama kabloya takılıp tökezleyince bana yetişti ve sıkıca kolumdan tutup beni kendine çekti.
"Nereye gidiyorsun, Pınar?" diye sordu.
"Beni bırakır mısın?" dedim ama kolumu daha çok sıktı. Diğer elinin ise elbisemin üzerinde gezindiğini hissediyordum.
"Neden bırakayım? Eğleneceğiz işte."
Şaşkınlık ve korkudan donup kaldığım birkaç saniyeden sonra iyice üzerime çullanan Oktay'ı itmeye çalıştım ve "Beni.bırak!" diye bağırdım. Omzuma doğru daha da gömüldü. Onu yumruklayıp kendimden uzaklaştırmaya çalışıyordum.
"Kıpırdanma, kasma kendini bu kadar. İkimiz de biliyoruz bunu istediğini."
Sinirlendim ve "İstemiyorum! Hayır!" diye bağırdım. "Çek ellerini üzerimden!"
Elbisemin eteğini çekiştirdiğini hissediyordum. İçimi saran dehşet dalgasının verdiği güçle daha sert bir şekilde onu ittirip yumruklamaya başladım.
O yumruklarıma ve "Beni bırak!" diye haykırmama sadece "Nazlanma!" diyerek karşılık verdi. "Gösterip de vermemek olur mu sandın?"
"Ne saçmalıyorsun sen? İstemiyorum diyorum, bırak!" diye bağırıp onu tekrar itmeye çalıştım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Leto'nun Adası - Denizin Yuttuğu Ev III
General FictionO anda Pınar Feridun öldü. Ölmek zorundaydı. Pınar böyle yaşayamazdı. 'Pınar öldü ama merak etme, tekrar doğacaksın.' dedi babaannem. Kağıt üstünde ölüydüm. Ama bedenim ve ruhum canlıydı. Yaşadığımın farkına ise ancak onunla tanıştıktan sonra var...