-Hadi kızım! Hadi gidelim buradan, dedi Satı Ana.
Beria ise ne yapacağını bilemeden sadece ağlıyordu. Hıçkırıkları bazen sesine karışıyor, bazen havaya karışıp öylesine, sonsuzluğa gidiyordu. Kendini yerlere atıyor, ileride, gözünün önünde cansız yatan orman korucusu babasının yanına gitmek istiyordu ve soru sorunca cevap vermiyor, yine sadece ağlamak ile yetiniyordu. Hava kararıyor ve gece karanlık örtüsünü ormanın üzerine sermeye başlıyordu. Yıldızlar yukarıda parıldamaya başlamıştı ve ay her zaman yaptığı gibi gülümseyen yüzü ile dünyaya selam veriyordu, sahi; kendisi hep gülümserdi.
Küçük kızın mavi gözleri, bir yıldız gibi gecenin koyu siyahında parlıyor, bu ışık onun bolca ıslanmış suratını aydınlatıyordu. Normalin aksine bu küçük kız, Beria, ağlarken yas tutuyormuş gibi görünmüyordu fakat bazen başkasının canının acıdığını gördüğümüzde sanki onunla aynı bedeni paylaşıyormuşçasına hissettiğimiz acıya benzer bir acı, hüzün, bu kızın ağlamasına bakıldığında hissedilebiliyordu ve hissedilmekle kalınmıyor, belki de kızın duyduğundan daha çok acı duyuluyordu. Böyle içten, böyle gönülden ağlıyordu Beria.
Beria'nın babasını yattığı yerden kaldırdılar ve gömmek üzere götürdüler. Olay yerinde ise araştırma sürüyordu fakat cinayet suçlusu ortadan kaybolmuş, daha da bulunamamıştı. Gece çöktüğünde uyanan vahşi hayat ise orada araştırma yapan insanları garipseyerek karşılıyordu. Onlar da araştırmalarını bitirip ormanı terk ettikten sonra, vahşi hayat yabancılarını uğurlamış oldu ve hayvanlar, gece avına çıktı. Kimi hayvanlar av olmaktan korunmaya çalışıyor, kimi hayvanlar ise hayatta kalmak için avlanmaya çalışıyorlardı. İşte vahşi hayat bu idi, herkes kendi derdinde idi.
İnsanları hayvanlardan ayıran en önemli fark çizgisi de burada idi. İnsanlar düşünerek, fikir sahibi olarak ve anlamaya çalışarak birlik olmanın gücünü fark edebilirlerdi. Birbirlerine yardım eder, destekler ve birlik olmanın sevincini yaşayabilirlerdi; ne de olsa sadece kendi dertlerini düşünenlere hayvan denirdi.
Örneğin, Derman Irmağı'na karışan selin içine kattığı insanlar böyle idi. Kendi düşüncelerini sadece kendileri için kullanırlar idi. Hatta öyle ki vahşi hayatta kendi türüne yardım eden bazı hayvanlar kadar bile olamıyorlardı; kendi türlerini bilerek öldürüyor, buna da "Cesaret" diyorlardı.
Beria'nın babasını öldüren zalim yürekli adam da böyle idi, sadece kendini düşünerek, insan olmanın nimetlerinden faydalanamamış ve melek gibi bir kızın yüreğini dağlamıştı.
Bu melek gibi kız, Beria, karakolda Satı Ana ve Selçuk ile oturuyor; hiçbir şekilde konuşmuyor ve hayatının en kötü gecesini yaşıyordu. Babası gözlerinin önünde ellerinden kayıp gitmiş, buna angel olmaya çalışmış fakat yapamamıştı; babasını koruyamamıştı.
∆∆∆
Rüyalar, bilinçaltının bir çeşit yansımasıdır. Bilinçaltını en çok ne etkiledi ise rüyalarda onlar görülür. Bu bir su damlasının yere düşmesi olabileceği gibi herhangi bir zaman dilimi içerisinde görmüş olduğumuz fakat gördüğümüzün farkında olmadığımız birşey de olabilir.
Beria da rüyasında gün içinde gördüğü bir şeyi görüyordu, kendisi yere uzanmış, önünde hiçbir şey olmadığı halde ağlarken; ağaçların arasında sallana sallana giden, uzun boylu, korkuluğa benzeyen, ama kolları da kendi kadar uzun olan yaratığa baktı. O yürüyen yaratıktan nefret etti ve sonra önünde babası belirdi. Yerde annesi yatıyordu. Yukarıda; gökyüzü mavi rengi ile akıyor ve ağaçlar koca birer taşa dönüşüyorlardı.
Yukarı süzülüş hissi yaşadı. Gördüğü şey birdenbire göz kapaklarının ardındaki karanlık olunca rüya gördüğünü anladı fakat yeniden o yukarı süzülüş hissini yaşamaya çalıştı. Gözleri hâlâ kapalı, babasının olmadığını hatırladı ve yeniden gözlerinden yaş damladı, yeniden gözleri ve küçük yüreği acıdı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
DOĞA ANA
Fantasía"Ben dinler, yazarım..." serisinin birinci hikayesi. Zehra Kadın ise yalnız başına yerin altında koşmuştu ve güvenebileceği tek varlık kendisi olmuştu. Henüz yalnızken yaşadığı korkunun etkisinden yeni çıkmıştı ve bu yüzden yanında güvenebileceği bi...