İnsanı iliklerine kadar ısıtacak, neredeyse ağzından burnundan buharlar çıkartacak kadar sıcak bir temmuz sabahıydı. Güneşin tüm yakıcılığından kaçmak için başına kocaman bir şapka takmış ve üstüne sandalyesini de ağacın yapraklarının oluşturduğu gölgeye çekmişti. Elindeki işlemeli yelpazeyle yüzüne ve boynuna serinlik vermeye çalışırken sarayın arka kapısından bahçeye çıkan uzun boylu oğlanı gördü. Çocuğunu ondan ayırdıklarında boyu henüz bacağına ancak geliyordu. Yutkundu. Tıpkı babası gibiydi. Kahve düz saçları ve keskin bakışları vardı. Her zaman ruhsuz, çocukluğundan beri sessiz biriydi. Bang Hyunjin de tıpkı üvey abisi gibi hiç çocuk olmamıştı. Fırsatı varken bile.
Saraya sabah sessizliği hakimdi. Hyunjin seferden yeni dönmüştü. At üstünde sürdürdüğü uzun yolculuk ve savaş göze alınırsa oldukça yorgundu, dinlenmeye ihtiyacı vardı. Ama saraydaki odasına yıllar sonra ilk defa girip duş aldıktan hemen sonra annesi tarafından çağırıldı.
"Beni istemişsiniz." Sesi mesafeliydi. Yabancı bir kadınla konuşuyormuş gibi gözüküyordu ve bu öz annesinin kanına dokunuyordu. Dişlerini sıktı, gülümsemeye çalıştı.
"Otur lütfen."
Sıcak bir meltem esti, oğlanın saçları esintiyle dağıldı, gözlerinin üzerinden geçip bir kenara toplandı. Aldırmadı. Ne elini kaldırıp onları düzeltti ne de annesinin dediğini yaptı. Sadece bekledi.
"Beni annen saymıyor musun?"
Tekrar derin bir sessizlik ama bu sefer ruhsuz bakışlara eşlik eden anlamlı bir tebessüm. Oğlan ailesinden kopartılıp hiçliğin ortasında bir kuleye hapsedildiğinde daha yedi yaşındaydı. Bir ailesi vardı, onu daima çok kıymetli bir hazineymiş gibi davranan bir annesi ve daha küçücük bir çocukken bile yaptığı hiçbir şeyi beğenmeyip daha iyisi olmasını emreden bir babası. Bir ailesi vardı ama aslında yalnız başına yaşıyordu sarayda. Oradan kopartıldı. Kral olmak için eğitildi, bir mücevher gibi hassas ve özenli büyütülmüş o çocuk sağa sola savrulup durdu. Yıllar sonra öğrendi ki kral olması mümkün değildi, çünkü babasının adını bile ilk defa andığı üvey ağabeyi zaten tahtın sahibiydi.
Ona değerli olduğu söylenmişti. Sevilmek yerine hizmet görülmüş, saygı duyulmuştu. Annesi onu en büyük serveti olarak görüyordu. Sonra bir hiç olduğunu öğrendi. Kandırılmış, yaralanmış ve yabanileşmişti.
"Bu anlamsız sorularla vaktimi çalacaksanız gidip uyumayı yeğlerim."
Bayan Bang hayatının en büyük sınavını yaşıyormuşçasına hiddetliydi. Kaybettiği şey gençliğiydi. Çocukları, sadakatinin ödülü olan krallık ve tüm nefrete karşı ayakta kalmaya çalışmış, ümit etmiş bir genç kadının ruhu. Çok şey kaybediyordu. Hepsi yitip gittiğinde geriye ona dair bir şey kalmayacaktı, biliyordu.
"Kabalık etme, sana bu hayatı ben verdim."
"Siz buna yaşamak mı diyorsunuz?" Kısık gözlerini annesine dikerken kelimeler ağzından küfür gibi çıktı. "Sizce ben yaşıyor muyum?"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
kayıplar ve yaralar | chanlix
FanfictionPrens Lee Felix, Kore'nin tahta yeni çıkmış Kralı Bang Christopher Chan ile siyasi bir evlilik yapar.