Aile ve sosyal paternlerin bebek, çocuk, genç ve yetişkin dönemlerinde bir bireyin yaşamında ne gibi kalıplarla sınırladığından önceki bölümde söz etmiştik.
Gelelim toplumsal ve kültürel paternlere...
Aslında ne çok paternle, adım adım kendimizden uzaklaştığımızın da küçük bir yüzleşmesi sayılabilir bu konu...
Hayatımız boyunca, dışarıyı memnun etmeye yönelik inşa edilen birtakım kalıplarla peyderpey varlık bilincimizden, benlik sınırlarımızdan, özgünlüğümüzden, kişilik yapımızdan uzaklaştırılıyoruz.
Aradaki hassas denge yakalanamadığında bir dolu psikolojik ve psikiyatrik rahatsızlıklardan söz edecek noktaya varıyoruz sonunda.
Depresyon, bağımlılık, panik, endişe, kaygı bozukluğu, stres, anksiyete ve daha bir dolu psikolojik sorunlar ve suçluluk duygusu çağımız insanının savaştığı rahatsızlıklar.
Varlık ve benlik sınırlarını koruyamayan bireyin, aile, toplum, sosyal çevre ve kültürel paternlerin yanı sıra teknoloji, hız, sosyal medya ve dijital dünyayla birlikte maruz kaldığı türlü çeşitli yeni kalıplar, benlik sınırlarının yeniden masaya yatırılmasını zorunlu kılıyor adeta.
Daha çok beğenilmek, daha çok görünmek, daha çok fark edilmek, daha yoğun takip edilmek uğruna aslında hiç yapmayacağınız ne çok şeye evet demek zorunda hissettiğinizi de gözden geçirmeniz fena olmaz. Kültürel paternlerimiz arasında çocukluğumuzdan beri hangi kalıpları öğrendiğimizi düşünelim mesela.
“Büyüklere hayır denmez.”
“Sürekli kendini anlatıp durma, ayıptır.”
“İkram edilen hiçbir şey geri çevrilmez.”
“Tok da olsan misafir sofrasına oturursun.”
“İyi bir bölümde oku ki, ileride para kazan.”
“Düzgün bir iş bul.”
“Okulu bitirince evlen.”
“Paranı biriktir bir ev ve araba al.”
“Çok gecikmeden çocuk sahibi ol.”
Kısacası sisteme uy!
Kültürümüz bunu gerektirir. Misafirperver bir geleneğin evlatları önce ve sadece başkalarını memnun ve mutlu eder.
Kendi yer yatağında yatar, misafirini kuştüyü yataklarda uyutur. Kendi aç uyur, yemeği misafirinin tabağına döker. Başkasına ayıp olmasın diye çiğ tavuk bile yer.
Oysa kendi canı ne ister, neyi sever, neyi sevmez, neyi tercih eder, neyi etmez, neden hoşlanır, neden hoşlanmaz kendi bile bilmez.
Kültürel olarak başkasına hayır demenin ayıp olduğu bilinciyle yetiştirilmiş bir toplumun evlatları olarak, kişisel sınırlarımız ve haklarımızı korumamız konusunda çok da becerikli olmadığımızı söyleyebiliriz aslında.
Özetleyecek olursak, içinde yaşadığımız toplum, hayır demenin kötü ve ayıplanacak bir tutum olduğunu öğretmiştir bize. Hatta reddetmek, geri çevirmek hiç de hoş olmayan şımarıkça bir davranış gibi de görülür çoğu zaman.
“Bunu çok şımarık yetiştirmişler, saygısı yok, burnunun dikine gidiyor!”
sözleriyle eleştirilmiş çok torun torba vardır bu kültürel coğrafyada muhakkak.
Çocukluktan itibaren aşılanan bu davranış modelleri ve kurallar, yetişkinlik döneminde bireyin kişiliğinin bir parçasına dönüşür adeta.
Bu davranış kalıplarının varlık ve benlik sınırlarını ne derece ihlal ettiğini görmek çok da kolay değildir şüphesiz. Çocukluktan beri öğrenilmiş kalıplar, çoğunlukla doğru kabul edilir ve sorgulama ihtiyacı hissedilmez. Oysa her toplum kendi kültürel ve sosyal kalıplarının kolayca kabul edilmesini ve hepsine sorgusuzca evet denmesini bekler.
Üstelik yaşadığımız toplumda kişisel sınırlarımızın hayli geçirgen olmasından dolayı pek çok zorlayıcı evetle karşılaşırız.
“Büyüklerine hayır deme.”
“İkramları geri çevirme.”
“Tok da olsan sofraya otur.”
“Okulunu bitir.”
“İyi bir iş bul.”
“Düzgün biriyle evlen.”
“Paranı biriktir bir ev ve araba al.”
“Çok gecikmeden çocuk sahibi ol.”
Bu listede gerçekleştirirken çok zorlandığınız, büyük çaba gösterdiğiniz bir madde var mı mesela?
Aslında kendinizi evliliğe çok hazır hissetmiyorsunuzdur ya da belki hayatınızın aşkı henüz karşınıza çıkmamıştır ama yaşınızın geldiğini düşünüp, en azından çok da gecikmeden bir çocuk sahibi olabilmek için evlenmeyi düşünmek zorunda kaldınız mı?
Kariyerinizde hızla ilerlemek varken, sırf anneniz babanız ölmeden evvel torun sevmek istediği için planlarınızı değiştirmiş olabilir misiniz?
Belki paranızı biriktiriyorsunuz ama amacınız bir ev ve araba sahibi olmak değil... Hatta uygun bir dairede kiracısınız halihazırda. Gelir gider dengeniz de yerinde. Şimdi durup dururken kredi borcu çekmek ve ağır bir maddi ödeme planı altına girip kendinizi strese ve sıkıntıya sokmak istemiyorsunuz ama böyle dayatıldığı için “Ne yapalım, herkesin beklentisi benim bir ev sahibi olmam.
Bunun için elimizi taşın altına sokup, bir süre dişimizi sıkacağız işte” dediniz mi?
Bir tanesine bile verdiğiniz cevap evet ise, tatlı tatlı, hiç hissettirmeden siz de bir Sayın Evet’e dönüşmüşsünüz demektir bu.
Ama insan zihni çok kurnazdır dikkatli olun.
Bütün bunları tamamen özgür iradenizle kendiniz seçmiş ve kendiniz yapmışsınız gibi düşünmeniz konusunda gayet ikna edicidir.
“Belki âşık olmadım ama sonuçta sevdiğim, düzgün bir insanla evlendim, en azından çocuklarım var. İstesem çocuk sahibi olmazdım.”
“Hayalimdeki işi yapamadım belki ama sonuçta kazandığım yeri okudum.
Memlekette kim istediği işi yapıyor ki zaten? İstesem hayalimdeki işi yapardım bir şekilde...”
“Yıllarca kredi borcu ödedim, kirada oturduğum ev kadar iyi olmasa da sonuçta kendi evim oldu. İstesem kredi çekmezdim.”
“Hayatımı yaşayamadım ama sonunda annemle babama ölmeden evvel torun sevgisi yaşattım çok şükür. İstesem evlenmezdim.”
“Gece gündüz çalışıp kazandım ama büyüklerimiz öyle uygun gördüğü için kazancımı kardeşlerime pay ettim. Hepsinin hayatını kurtardım sonuçta, paramı sokağa atmadım ki hepsi benim ailem... İstesem vermezdim.”
Ama aslında hepsini istediniz yani öyle mi?
O halde dünyanın en mutlu insanı olmalısınız.
Kaliteli bir hayatınız var, ne isteyip ne istemediğinizi gayet iyi biliyorsunuz, kimse size istemediğiniz hiçbir şeyi yaptıramıyor.
Şahane...
Yine de bu cümlelerin içinde istediğiniz şeyle yaşadığınız şeyin aynı olmadığına dikkatle bakınız ve görünüz lütfen.
Toplumun dayattıklarına maruz mu kaldınız, yoksa kendi seçimlerinizi kendiniz mi yaptınız? Kim bilir belki de yapmak zorunda kaldığınız seçimlerinizle barışmayı öğrettiniz kendinize.
Peki bütün bunlar niye oldu?
Hayır demeye cesaret edemediğiniz için.
Çoğunlukla da neyin sizin adınıza doğru ya da yanlış olduğuna karar veremediğiniz için.
Kendinizden öylesine uzaklaşmışsınız ki, yumurtayı bile nasıl sevdiğinizden emin değilken ve çok zaman “Fark etmez” diyerek her sonuca tahammül gösterirken, hayati kararlarınızda kendinizden ne kadar emin olabilirsiniz ki?
İnandığınız şeyler istediğiniz şeyler olmayabilir. Can acıtıcı da olsa bu itirafı yapabilecek cesareti gösterin. Kendinize karşı dürüst olun.
Psikoloji bilimine kültür kavramını sokan ilk isim Adler olmuştur. O Freud’un aksine bireyi çevreden soyutlayarak tek başına ele almamış, kişinin ruhsal gelişiminin temelinde çevresel etkilerin olduğunu savunmuştur. Ona göre psikolojik süreçler, kültürel normlara ve yaşayış tarzına göre yorumlanır. Yapılan bazı çalışmalar her dinin ve topluluğun ruh sağlığı üzerinde farklı tanımlamalar yaptığını ve insanların da bu tanımlamalar doğrultusunda kendi değer yargılarını geliştirdiklerini göstermekte. Örneğin Çin kültüründe, aile kavramının önemli bir yer kaplamasının bireyin psikolojik süreçlerinin gelişimini büyük ölçüde etkilediği görülmektedir. Batı’ya bakıldığında daha bireyci olan bir toplumla karşılaşırız. Toplum ve kültürel yaşayışın insanlar üzerinde yarattığı etkilerin çok net bir şekilde farklılaştığını gösteren çalışmalar mevcuttur. Özetle kültür ve toplum insan psikolojisinin ayrılmaz bir parçasıdır.
Kültür ve toplum, insanın zihnini, bilincini ve ruhsal tarafını etkiler ve dönüştürür. Kültürel psikoloji bilimi de bu değişim ve dönüşümü inceler aslında.
Kişinin benliğini, duygularını, kimliğini içinde yaşadığı kültür ve çevreyle ele alır.
Sınırlar konusuna geri dönersek, sınırların belirginleşmesinde ya da silinmesinde şüphesiz bu parametrelerden uzaklaşmadan çıkarımlar yapmak durumu daha net ortaya koyabilmek adına önemlidir. Çünkü insanın kültürel ve sosyal kodlarını anlamadan hayata nasıl baktığını, kendini nasıl ifade ettiğini anlamak da mümkün değildir.
Kültür ve toplum etkileri bir yana insan doğası karmaşıktır.
Heraklitos’un meşhur “Her şey akar” sözü, insanın tabiatına da bir göndermedir.
İnsan her an değişir ve gelişir. Duygusal ve ruhsal dünyası da aynı şekilde...
Dolayısıyla “Nasıl gelmişse öyle gider” diyemeyiz.
Değişim ve gelişim insanın doğasında var.
Paternlerle kuşatılarak, varlık ve benlik sınırlarımızı peyderpey yitirerek büyüdük diye doğamızdan da kopmuş sayılmayız ama değil mi?
Unutmayın ki her şey akar...
Hiçbir şey köklü ve kalıcı değildir. Paternlerin esareti bile... İnsan gelişmeye ve büyümeye her daim devam eder.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Hayır Diyebilme Sanatı
Non-FictionMüthiş Psikoloji tarafından yazılmıştır Gerçekten "özgür" müsünüz? Dilediğiniz zaman dilediğiniz yemeği yiyebiliyor olmak mıdır sizce özgürlük? Toplumsal hiçbir baskı hissetmeden içinizden geldiği gibi giyinebiliyor olmak mı yoksa? Canınızın istediğ...