Bu haftanın ilk ve son bölümü bu diye düşünüyorum çünkü beğeniyor musunuz nasıl gidiyor hoşunuza gitti mi bilmiyorum biraz daha ağırdan alacağım sanırım tabi 999999999 tane yorum yapıp beni gaza getirirseniz daha hızlı da atabilirim
Evden çıktığında karakolun bahçesindeki askerler yorgun adımlarını sürükleyerek dağılıyorlardı, gecenin izleri mor halkalar halinde gözlerinin altına yerleşmişti, Zehra, onların geceleri kızılötesi dürbünleriyle dağları ve ovayı gözetlediklerini, gündüzleri ise birkaç nöbetçi bırakıp uyuduklarını sonradan öğrenecekti.
Dağların tepelerine vuran güneşin ilk ışıklarından sabahın incimsi griliğine bir pembelik karışıyordu, hemen altlarındaki
uçurumla başlayan vadi, dağların oluşturduğu yarım ayın kavuştuğu yerdeki dar boğaza kadar siyah gölgeli bir kahverengilikle hata uykudaydı.
Boğaz'ın hemen ağzında başlayıp Arap Yarımadasına kadar
uzanan, binlerce yıldan beri üstünde çeşitli dinlerin, medeniyetlerin, kavimlerin yaşadığı, bereketiyle insanları besleyip, o berekete sahip olabilmek için birbirlerini öldürenlerin
savaşlarına sahne olan, Asurlu bilginlerin, Babilli filozofların, Arap atlıların, savaşçıların, Haçlı şövalyelerin, Osmanlı
süvarilerin hayallerini hala ruhunda taşıyan efsanevi Mezopotamya Ovası, topraktan fışkıran mercimek filizlerinin solgun
yeşilliğini örten ve içinde ışıktan altın kabarcıklarının oynaştığı mavimsi bir buğunun altında, taze bir ot kokusu yayarak kıpırdanıyordu.
Zehra uçurumun kıyısında durdu, karakolun kapısındaki nöbetçiden başka kimse yoktu etrafta, köy evlerinin bazılarından ince, titrek dumanlar yükselmeye başlamıştı. Ot kokusunu, dağ yamaçlarındaki kekik kokusunu taşıyan serin rüzgarı içine çekti, dağların ve ovanın büyüsü bir anlığına onu bütün gerçeklerden, acılardan, geceleyin gördüğü kabuslardan çekip çıkardı, sevinci andıran bir ürperti hissetti. Hande'in ona bir gece, her yanlış söylediğinde kahkahalarla gülerek ezberlettiği Ömer Hayyam'ın dörtlüğünü hatırladı.
"Hayyam bade ile sarhoşsan mutlu ol
Lale yanaklı sevgiliyle oturmuşsan mutlu ol
Madem ki dünyanın sonunda yokluk var
Say ki yoksun, varmışsın gibi mutlu ol. "
O anda, bir başka canlıdan, hatta kendinden bile kaynaklanmayan, ovanın, dağların, serinliğin, kokuların oluşturduğu, sadece bir canlı olmanın yarattığı o tuhaf, biraz buruk mutluluğu hissetti, uzun zamandan beri ilk kez Hamde'yi bir acı duymadan hatırlayıp kendi kendine mırıldandı:
"Say ki yoksun, varmışsın gibi mutlu ol."
Birden arkasında bir hareket hissetti, arkasını döndüğünde Melisa'yı gördü. Üstündeki yeşil asker fanilası terden kamına kadar ıslanmıştı, altında siyah bir eşofman, yumuşak tabanlı spor ayakkabıları, belinde de bir palaskayla iri bir tabanca vardı. Kalın boynu, adaleli kolları, alnı, sert hatlı yüzü terden parlıyordu. Terli gövdesinden yarıştan çıkmış bir at gibi duman tütüyordu.
Başka bir zaman olsa belki aldırmaz yürürdü ama sabahın mutluluk ve sevinç veren garip büyüsü onu her zamankinden daha dost canlısı ve yumuşak bir ruh haline sokmuştu, zaten o köyde kaldığı sürece çevrenin, iklimin, kokuların, güneşin, yağmurun, aydınlığın, karanlığın; soğuğun ve sıcağın insan ruhu
üzerindeki inanılmaz etkilerini, bulutların ve ışıkların her kıpırtısıyla duygularının da dalgalanacağını, ovanın üstündeki parıltılı buğu gibi içinin kıpırdanıp duracağını keşfedecekti.
- Nerden böyle? dedi.
- Sabah koşusundan geliyorum.
- Nerde koşuyorsun?
-- Dağlarda ... Bu saatlerde çok güzel oluyor.
-Her sabah koşuyor musun böyle?
-Evet.
-Ben de koşayım senle sabahlan, bir sakıncası yoksa.
- Ama ben her sabah beş kilometre koşuyorum ... Hem tempolu koşmaya alışkınım ben.
Bu Kadının aldırmazlığı Zehra'yı sinirlendiriyordu ama eğlendiriyordu da.
-Ben lisede voleybol kaptanıydım ... Buraya gelmeden de her sabah spor yapardım... Merak etme, temponu düşürmem..
-Sen bilirsin, gel o zaman.
-O belindeki ne peki? Spor malzemesine benzemiyor.
-Hangisi... Ha, tabanca mı? Tabanca işte ... Buralarda pek bir tehlike yok artık gerçi ama ne olur ne olmaz ... Tedbirli olmak iyidir.
Onlar konuşurken etraf birdenbire kalabalıklaşıvermişti, konuşmalar, selamlaşmalar duyuluyordu, dün akşam görmediği insanlar da vardı kalabalığın içinde, çoğunluğu safari ceketler giymiş, bazıları boynuna eşarp dolamıştı, bir macera havası, heyecanlı bir günün hazırlığı hissediliyordu.
Ebrar yanlarına geldi,
"nasılsın Melisa?" dedikten sonra
"Zehra 'ya, "hadi, gidip kahvaltı edelim," dedi, "birazdan hareket edeceğiz."
-Birlikte mi gideceğiz?
-Hayır, ben Saliha'larla gideceğim ... Sizinle Ayça gelecek
... Hah, işte o da geliyor.
Gözleri uykudan şişmiş, henüz sabaha uyum sağlayamamış olmanın o huysuz somurtukluğunu üstünden atamamış, siyah saçlarını ensesinde toplayıp bir kalem sokarak topuz yapmış, siyah gözlü, genç bir kızdı. O huysuz mahmurluğuna rağmen insanda sevgi uyandıran garip bir sıcaklık vardı bakışlarında ama o sıcaklığa karşın kolay yaklaşılmasına izin vermeyecek gururlu, güçlü bir duruş seziliyordu halinde. Zehra onu seveceğine hemen karar verdi, insanlar hakkında çok çabuk karar verirdi zaten, çabuk dost olmayan, kendisi gibi
biraz mesafeli insanları daha çok severdi: Kendisinde keşfedilecek çok yan olduğuna inandığı için onlarda da keşfedilecek yanlar olduğuna inanırdı.
Barakalara doğru yürüdüler, barakaların önüne Zehra 'nun bir gece önce fark etmediği, beyaz jipler dizilmişti, hepsinin arkalarındaki uzun antenlerinde Avrupa Birliği'nin küçük mavi bayrakları dalgalanıyordu.
Barakanın lokanta yapılan odasındaki masaların üstüne, içlerinde domates, beyaz peynir, zeytin ve bir küçük kutu bal bulunan tabaklar yerleştirilmişti, bir masaya oturdular, genç bir delikanlı elindeki iki termostan çay ve kahve dağıtıyordu isteyenlere.
- Kahvaltı beklediğimden kötüymüş, dedi Zehra . Ucuz otellerdeki kahvaltılar gibi...
Ebrar,
- Bu köyde bu kadarına bile şükretmeli, dedi.
Ayça hiçbir şey söylemeden kahvaltı etmeye başlamıştı bile, kimseyle konuşmak istemediği, sabahlan biraz huysuz uyandığı anlaşılıyordu. Odada bir uğultu vardı, masalardan
masalara konuşmalar yapılıyor, elden ele haritalar, kağıtlar dolaşıyor, yeni başlayan bir işin kıvılcımlı bir elektrik ağı gibi insanlara yayılan ortak heyecanı hissediliyordu. Zehra , odayı dolduran bu canlı enerjiden, uğultulu hareketlilikten memnundu, hareket her zaman onu oyalar, huzursuzluğunu yatıştırırdı.
Dipteki bir masadan Eda'ın el salladığını gördü, o da ona el
salladı. Eda saatini göstererek, eliyle beş işareti yapıp, "beş dakika sonra çıkalım" dedi. Zehra başını salladı.
Kahvaltısını süratle bitirip, bardağındaki çayı da içtikten
sonra diğerlerini beklemeden ayağa kalktı, Ayça'ya "ben sizi dışarıda bekliyorum" dedi, çıkarken Eda'ya da "kapının önündeyim" diye işaret etti.
Hareketsiz kalamıyordu. Onu düşüncelerinden ve duygularından uzaklaştıracak, bilincinin rahatsızlık veren berraklığını örtecek bir hareketliliğin içinde sürüklenmek istiyor, dil. şünceleriyle duygularının içinde yarattığı o huzursuz canlılık yüzünden durduğu yerde duramıyor, biraz fazla durduğunda bedeninde onu rahatsız eden garip bir enerji birikimi, ruhuna da yansıyan bir sıkıntı hissediyordu, yola koyulmak, bilmediği yerlerde dolaşmak, bilmediği insanlarla konuşmak, hikayeler, maceralar dinlemek, kendi hayatının içinden kendini mümkün olduğunca çıkartıp orayı başkalarının hayatlarıyla doldurmak için sabırsızlanıyordu.
Barakanın önünde durup yükselen güneşe bakarken "Hande şimdi hala uyuyordur" diye düşündü, onun uykuda olması Zehra'yı yalnızlaştırıyor, Hande'yle hangi nedenden olursa olsun konuşamayacağını düşünmek onu anlaşılmaz bir telaşa düşürüyordu.
Bir koşu gidip kayalıklardan telefon etmeyi düşünürken
Saliha geldi yanına.
- Dün gece için çok özür dilerim, dedi, sadece şaka yaptım
ama yersiz kaçtı. Seni kızdırdığım için çok üzüldüm, emin ol öyle bir amacım yoktu.
- Biliyorum, Saliha, önemli değil... unuttum bile.
- Dönüşte bir kahve içelim mi? Her zaman salakça şakalar yapmadığımı sana kanıtlarım.
Zehra Saliha'un yüzüne onu ürkütmek ister gibi abartılı bir dikkatle baktı.
- Bana kur mu yapıyorsun, Saliha?
Saliha'un çekingenliğini görmek onu eğlendiriyordu.
- Yemin ederim öyle bir niyetim yok. Asla sana kur yapmıyorum... yapmam da ...
Zehra Saliha'la dost olabileceklerini anlamıştı, arkadaşça güldü.
- O kadar da abartma, biraz yapabilirsin.
Saliha da güldü.
- Tamam. Biraz ama fazla değil...
Biraz sonra Eda'yla Ayça de geldiler, Eda arabalar ın plakalarını elindeki kağıda bakarak kontrol edip kendilerine ayrılan arabayı buldu.
- Bu artık bizim arabamız, dedi. Bundan sonra hep bunu kullanacağız.
Jiplerin motorları birbiri ardına çalışmaya başladı, sırayla
yola koyuldular, Zehra ilk kez kullandığı bu tip bir arabada hata yapmamak için çok dikkatli davranıyordu, köyün içinden geçerken evlerin önünde durup onları seyreden birkaç çocukla kadın gördüler.
Köyden çıktıktan sonra arabalar dağlara doğru tırmanan
bir yola saptılar, Eda, "onları takip et," dedi, ovaya doğru gidEceklerini sanan Zehra dağlara doğru gitmelerine şaşırsa da bir şey söylemedi, yalnızca aklından dağ yollarının daha sarp olacağı geçti.
Yol çukurlarla doluydu, sarsılarak ilerliyorlar, bazen tekerlek bir taşa denk geldiğinde arabayla birlikte sallanıyorlardı.
- Gideceğimiz köyün adı ne? dedi Zehra .
- Civeleksu, dedi Ayça .
- Ne garip isim bu ...
- Bütün köylerin isimleri böyle burada, hepsinin adını değiştirip böyle garip isimler verdiler.
Dağların arasında, kiremit tozundan 'kahverengiye kadar değişik tonların yamaçlara doğru yayıldığı geniş bir çanağın içinde sarsıla sarsıla gidiyorlardı, Zehra bütün dikkatini yol olduğu söylenen toprak izi oluşturan çukurlara düşmemek için harayordu.
- Bize gerçekleri anlatacaklar mı? dedi Eda'a.
- Kadınlar anlatacak, dedi Eda, erkekler yalan söyleyecek.
- Ben erkeklerle konuşup yalanlarını dinlerken siz kadınlarla konuşup gerçekleri öğreneceksiniz ... Hem zaten elimizde kayıtlar var, bütün cinayetlerin mahkeme zabıtlarını alıp çevirttik ... Gideceğimiz köyleri ona göre saptadık.
- Kadınlar bize anlatacaklar mı?
- Eğer size güvenirlerse ...
Ayça neredeyse düşmanca denilebilecek bir tonla söze karıştı.
- Biz gideceğiz, onlar orada kalacak, niye anlatsınlar? Hesabını soracak kimse yok ki ... Bu gittiğimiz köyün ağası güya sekiz cinayetten aranıyor ama kimse Kadının kılına bile dokunamıyor
... Siz anlatır mıydınız?
Eda, insana güven veren sakin sesiyle "haklısın ama" deyip devam etti.
- Bu sefer katil ağa değil, bir köylü ... Ailenin bütün erkekleri genç kadını odunlarla döve döve öldürmüşler, sonra da kuyuya düştü demişler ... Yargılanmışlar ...
Ayça sinirli bir sesle "eee?" dedi.
Eda güldü.
- Beraat etmişler ...
Ayça sanki bir yeri acıyormuş gibi yüzünü buruşturdu.
- Bunlara kimse dokunmaz ... Şimdi bizden sonra da bizimle konuşan kadınlara eziyet ederler.
- Biz olayı soruşturmaya gitmiyoruz Ayça , dedi Eda,
biz bu toplumda kadınlara nasıl davranıldığını, töre cinayetlerinin sosyolojik nedenlerini anlamaya gidiyoruz ... İnsanların
en ketumu bile farkına varmadan bir şeyler anlatır ... Bizim buradaki avantajımız şu, o insanların, özellikle de erkeklerin çoğu bizim suç olarak gördüğümüz davranışı suç olarak görmüyorlar, onun için bu cinayetlerin nedenlerini daha kolay anlatırlar ... Herhangi bir olayla ilgili somut bilgi vermezler, yalan söylerler ama genel erkek davranışı hakkında ipuçları verrceklerdir ... Kadınların daha açık sözlü davranacaklarını umut ediyorum doğrusu ... Eda dışarıya dağlara baktı bir süre sonra kendi kendine konuşuyormuş gibi mırıldandı.
- Kadınları niye öldürüyorlar acaba?
Ayça 'in cevabı, sesindeki gerçek öfke, gerekirse bütün katil erkeklerle dövüşmeye hazır görünmesi Zehra 'nın sevgiyle gülümsemesine yol açtı. Genç kızın öfkesinin altında, kendi ırkının erkeklerinin cinayetlerinden duyduğu utancın saklı olduğunu da sezmişti.
- Çünkü kendi namussuzluklarını kadınlan namus adına öldürerek temize çıkarmak isteyen hayvan sürüsü bu erkekler. Eda hafifçe arkaya döndü, Ayça'nın ön koltuğun arkalığına koyduğu elini şefkatle okşadı.
- Bu sosyolojik olmaktan çok zoolojik bir açıklama oldu
Ayçacığım
Zehra , Ayça'nın alınmasından korktu bir an, dikiz aynasından arkaya bir göz attığında Ayça 'in gülümsediğini gördü.
İyi bir ekip olacaklardı.
- Bence Ayça doğru söylüyor, dedi. Neden bu erkeklerkadın sadakatından başka hiçbir konuyu namus meselesi
saymıyor? Hırsızlık yapıyorlar, cinayet işliyorlar, yalan söylüyorlar, aldatıyorlar, başkasının hakkına tecavüz ediyorlar,
kendilerinden güçlüler karşısında yaltaklanıyorlar ama erkeklikleri ve namusları sadece kadın konusunda akıllarına geliyor. Ayrıca bu sadece bu bölgede değil neredeyse bütür ülkede böyle. Zavallılıklarını, ahlaksızlıklarını kadın kanıylz temizleyebilEceklerine onları inandıran ne?
Bir zaman gittikten sonra Eda gene kendi kendine konuşur gibi mırıldandı.
- Sanki bir tür kurban ayini gibi ... Eski dinlerdeki tanrılara
kurban suruna ayinlerini andırıyor biraz bu davranışları ... Cinayetten önce aile meclisi toplanıyor, kahveler içiliyor, ortak karar alınıyor, ayine hep birlikte hazırlanıyorlar sanki ... Bütün günahlarından affedilmeleri için sevdikleri birinin kanını döküyorlar
... Döktükleri kanla arınıyorlar, ruhları temizleniyor ...
Sonra sanki kendisine soruyormuş gibi ekledi.
- Böyle mi hissediyorlar acaba?
Ayça başını salladı.
- Hayır, dedi, böyle hissetmiyorlar, bir ayine de benzemiyor
... Bu bir kılıf, bütün ahlaksızlıkların üstünü örten bir örtü
... Bu cinayetleri diğer ahlaksızlıklarını gizlemek için işliyorlar ... Sadakatsiz olduğuna inanılan kızını ya da karını öldürürsen
artık bir daha kimse senin hırsızlığını, katilliğini, ahlaksızlığını sorgulamaz ... Herkes bu konuda gizli bir anlaşma yapmış
gibidir, kızını ya da karını öldür, diğer suçlarını hoş görelim ... Eğer birisi, köyün ortaklaşa suçladığı kızını öldürmezse, o zaman onu bütün köy aforoz eder, aşağılar çünkü bu feodal anlaşma bozulmuş olur, herkesin diğer suçlan ortaya çıkar.
Erkekler özgürce ahlaksızlık yapabilmek için kadınların sadakatinden bir ahlak perdesi örüyorlar ahlaksızlıklarırun önüne.
Zehra Ayça 'in konuşmalarından etkilenmişti.
- Sen ne okuyorsun? dedi.
- Ben sosyoloji mezunuyum ... Töre cinayetleri konusunda tez hazırlıyorum.
Sonra sanki arada Zehra kendisine soru sormamış gibi konuşmasına devam etti.
- Asıl soru şu, Eda, bu erkekler bu gizli anlaşmayı nasılyaptı? Kadınlan öldürmenin ahlaksızlıklarını özgürleştireceğini nasıl keşfettiler? Ama benim için asıl korkunç soru şu, kadınlan bunlara nasıl inandırdılar? Kadınlar nasıl oldu da namus . için öldürülmeleri gerekti böylesine rahat kabul ettiler? İki tepenin arasındaki dar geçitten geçince Zehra ilerde bir köy gördü.
- Geldik galiba, dedi.
O kötü yollarda alışkın olmadığı koca jipi sürerken çok gerilmiş, dikkatini büyük ölçüde yola vermek zorunda kalmış, direksiyonu sıkıca kavramaktan kolları ağrımıştı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Sevmek Yeter Mi?
FanfictionSeni seviyorum beni seviyorsun peki bu biz olmaya yetecek mi Hande?