Telefon birkaç kez çaldıktan sonra uykunun derinliklerinden gelen Hande’nin mahmur sesini duydu.
- Uyandırdım mı?
Hande her zamanki kibarlığıyla, "hayır canım" dedi,
"uyanmak üzereydim zaten."
Birdenbire nereden geldiğini, nasıl beliriverdiğini anlayamadığı bir kuşkuyla, "sen evde misin?" dedi.
- Evdeyim canım.
- Dur o zaman, ev telefonundan arayayım. Bundan çok iyi duyulmuyor.
Hande’nin cevabını beklemeden telefonu kapatıp ev telefonunu çevirdi, telefon bir iki çalıştan sonra açıldı.
- Yalnız mısın? dedi Zehra.
- Yalnızım Zehra’cığım.
Genellikle acısını bir öfkeyle, bir kızgınlıkla ortaya koyan Zehra bu kez Hande'nin çok ender duyduğu kederli bir sesle konuştu.
- Yalnız ol, olur mu? Ben yokken başka bir kadını koynuna
alma, olur mu?
O sırada Hande’yle Elif 'le konuşur gibi konuştuğunu fark edemedi.
- Almam birtanem.
- Keşke burada olsaydın, dedi Zehra.
Hande’nin sesindeki mahmurluğun dağıldığını hissetti.
- Sen iyi misin?
Zehra kendini tutmaya çalışmasına rağmen ağlamaya başlamıştı.
- Bazen kendimi çok yalnız hissediyorum ...
Bir sessizlik oldu.
- Geleyim mi oraya?
Zehra sadece bir gerçeği dile getiren ve bu gerçekliğe teslim olmuş tarafsız bir sesle cevap verdi.
- Nasıl geleceksin? Üniversite ne olacak. .. Hem neyim olarak geleceksin buraya? Buradaki insanlara ne diyeceğim? Yeniden bir sessizlik oldu, Zehra sorduğu soruya bir cevap alamayacağını anladı.
- Benim gitmem lazım ... Birazdan yola çıkacağız; Telefonu kapattığında, sabah koşarken kapıldığı uçacakmış duygusu da, Elif için duyduğu o hem içini acıtan hem de ruhunu parlak bir aydınlıkla dolduran sevgi de garip bir biçimde örselenip buruklaşmıştı. Telefon ettiğine pişman oldu, "keşke aramasaydım" diye düşündü, bu konuşmalar onun Hande’ye olan tutkulu sevgisini azaltmıyor ama onu Hande' den uzaklaştırıyordu, bir yanıyla koparken bir yanıyla daha sıkı bağlanmak onun neredeyse bütün varlığını çatırdatıyor, tamponundan zincirlerle bir duvara bağlanmış bir yarış arabasında gaza basar gibi sonunda bir parçasının kopacağı duygusuna kapılıyordu.
Döndüğünde Eda’yla Ayça onu arabanın yanında bekliyorlardı, diğer gruplar da arabalarına binmişlerdi, İlkin'le birlikte jiplerine doğru yürüyen Saliha uzaktan gülerek Zehra'ya el salladı, bir şeyden çok eğleniyormuş gibi bir ifade vardı yüzünde, dün akşamki Kadına hiç benzemiyordu. Zehra arabayı çalıştırdığında Saliha yanlarından korna çalarak geçti, Eda el salladı ona.
Zehra kendi kendine konuşur gibi,
- Cesur bir Kadın Saliha, dedi.
Eda ona gerçek bir şaşkınlıkla sorar gibi bakınca açıklama zorunda kaldı. Onca acıya rağmen gülüyor.
- Hepimiz gülüyoruz, dedi Eda.
Zehra gözünü yoldan ayırmadan,
- Hepimizin mi acısı var? dedi.
- Bu tür misyonlara gelenlerin çoğunun kederli bir hikayesi, kaçtığı bir acısı vardır.
- Senin de var mı?
- Böyle yerler Fransız Lejyonu gibidir, dedi Eda gülerek, kural, anlatmadıkça kimseye soru sormamaktır.
Zehra utandığını gizlemeye çalıştı.
- Özür dilerim, buraların acıların misyonu olduğunu bilmediğim gibi kuralı da bilmiyordum.
- Ama istersen sen kendi hikayeni anlatabilirsin, ben dinlerim.
Zehra gülümsedi.
- Yok, dedi. Sizin kuralınız iyiymiş, ona uyalım.
Köyden çıkarken Eda elindeki haritaya bakarak, "buradan sağa sapacağız," dedi, sağa sapıp uçurumun kenarından vadiye doğru inmeye başladılar. Bir zaman sarsıla sarsıla sessizce gittikten sonra Eda, "Saliha sana telefon hikayesini mi anlattı?" dedi. Zehra'ya, Eda’nın sesinde Saliha’nın yalan söylediğini ima eden bir ton varmış gibi geldi, bir an bir aptal yerine konduğunu düşünerek telaşla sordu.
- Yalan mıydı anlattıkları?
- Hayır, doğru.
- Sen Saliha’yı eskiden mi tanıyorsun?
- Üniversitede ders verirken o da öğrencilerimdendi.
- Onun anlattıklarını küçümser gibi bir halin var.
-Yoo, küçümsemiyorum, aksine, gerçekten büyük bir acı çektiğini gördüm, ona ilk işini bulan da benim zaten.
- Ama gene de halinde Saliha’yla ilgili bir tuhaflık var.
- Onun aslında acısını unuttuğunu ama acıya alıştığı için
o acıdan kopamadığını düşünüyorum. Ölmüş bir acıyı taşıyor bence sırtında ...
- Ve çok esrar içiyor, diye tamamladı Zehra Eda’nın cümlesini.
Eda aynı cümleyi tekrarladı.
- Ve çok esrar içiyor ...
O sırada bir çukura giren cip sarsılınca sustular. Dağların arasındaki vadiye indiklerinde Eda sözünü tamamladı. - Eskiden unutmak için içiyordu, sanırım şimdi hatırlamak için içiyor.
Ovaya açılan dar boğaza uzanan yol, barutla gümüşün birlikte dövülmesinden oluşmuşa benzeyen parlak renkli bir kumla kaplı vadiyi yara izi gibi ortasından ikiye bölüyordu. Vadide ilerlerken, arkalarında incecik parlak bir toz bulutu
beliriyor, arabanın tekerleklerine, camlarına yapışıyor, gittikçe büyüyerek pembemsi bir pamuk şekeri gibi kabarıp arabayı sarıyordu. Vadiyi kuşatan dağlar, aşağıdan yukarı bakıldığında, kızılımsı keskin yamaçları, derin yarıkları, bilinmeyen
bir elin binlerce yıl önce düzleştirip bir ev duvarına benzettiği mağara girişleriyle olduğundan daha yüksek görünüyor, arabanın içindekilere gizemli bir geçmişte kaybolmuşlar hissi veriyordu. Tepelerden kendilerini seyreden birine küçük bir nokta gibi göründüklerini kestirebiliyorlardı.
Yaklaşık yüz metre uzunluğundaki boğaza girdiklerinde,
güneşin sokulamadığı gölge dolu yüzleriyle morumsu bir kahverengiye dönüşen kayalık yamaçlar dalgalar gibi kabararak onları kucakladı. Hiç konuşmuyorlardı. Bütün görkemiyle onların üstüne doğru eğilen dağlar, içine girdikleri eflatunumsu koyu gölgelik, yumuşak bir çıtırtıyla kumları ezen lastiklerin sesinden başka sesin duyulmadığı büyük sessizlik sanki onları bundan sonra bütün hayatlarını içinde seçtirecekleri sihirli bir denizin dibine doğru çekiyor, kendileri dahil
her şey küçülüyor, önemsizleşiyor, bir dakika önceki hayatlarıyla aralarına geniş bir mesafe giriyordu. Bir mabede girmiş gibi çevrelerinde yüce bir gücü hissediyorlardı.
Karşılaştığı her şeyde gelecekle ilgili bir ipucunun işaretlerini arayan, Hande’yi çok şaşırtmış olan güçlü inancıyla Allah'ın yarattığı evrende kozmik bir bütünlük olduğuna ve her şeyin bir nedeni bulunduğuna inanan Zehra , sakin bir ürkeklikle arasından geçtiği görkemli gölgeliğin kendisine tanrıyı hatırlatan bir işaret olduğunu düşündü. Onu tanıyan hiç kimsenin kolayca inanamayacağı kadar güçlü bir dindarlığı vardı,
ailesinin yüzlerce yıllık köklerinden kendisine akan, çocukluğunda evde kurulan kalabalık iftar ve sahur sofralarıyla pekişmiş, dedelerinin, amcalarının, teyzelerinin konuşmalarıyla beslenmiş bir inançtı bu.
Ailesinin muhafazakar geleneklerini, onları üzmeden, onlara çok fazla hissettirmeden reddetmiş, günahtan sakınmayan bir hayata, o hayat kendisini çektiği için rahatça yürüyüp girmiş ama içindeki inancı hiç yitirmemişti. Bir dinsizin hayatını yaşayan gizli bir dindardı. Kendi hayatındaki her çelişkiyi olduğu gibi bunu da büyük bir doğallıkla, aslında olması gereken buymuş gibi kabul etmişti. Allah'la arasında garip bir baba kız ilişkisi kurmuştu, onun yasakladıklarını yapar, onu kandırır, onu kızdırır, hatta bazen ona kızar ve onu asla bitmeyecek bir aşkla severdi. Bir şeyi gerçekten çok istediğinde bunun olması için dua eder, Hande’ye "sen de dua et" derdi. Hande, ancak çocuklarda rastlanabilecek, günahtan bile korkmayacak kadar masum ve saf bir inana sadece onda görmüştü. Onun Allah' a olan bu günahkar bağlılığı, Hande’nin ona duyduğu aşkı da daha güçlendirirdi. Bu, Hande’nin deyimiyle, "hayatında gördüğü en korkunç masumiyetti." Böylesine karmaşık, tehlikeli, öfkeli, rahatlıkla saldırganlaşan bir kadının en içlerinde ıssız bir kumsal gibi uzanan böylesine gizli bir masumiyete rastlamak, Hande’ye aslında çok aradığı güveni vermekte de yardımcı olmuştu. Belki de bunu sezdiğinden Zehra ona, "aslında sen de inanıyorsun ama inanmıyormuş gibi yapıyorsun" derdi, işin tuhafı, onun yanındayken Hande gerçekten ona güç veren bir inanç hisseder, Zehra’nın bir isteği olduğunda, o istek gerçekleşsin diye onunla birlikte dua ederdi.
Ölülerin onları seyrettiğine de inanırdı Zehra. Bir sabaha
karşı, her seferdir de birbirlerini çok yakın, birbirlerinin parçası gibi hissettikleri o tutkulu sevişmelerinden birinden sonra
Hande ona annesini, çocukluğunda nasıl ona aşkla bağlı olduğunu, onun yaptığı yemekleri, babasıyla konuşmalarını, büyükelçilikteki hizmetçilerle nasıl mesafeli bir şekilde şakalaştığını, fakirlere nasıl hiç hissettirmeden yardımlar ettiğini ve onu nasıl özlediğini anlatmıştı. Uzaktan uzağa duyulan ezan sesleriyle birlikte, Hande’nin arada bir küçük tökezlemelerle pürüzleşen sesinden ölmüş olan o kadını dinlediğinde, Zehra
o ölü kadınla arasında bir bağ kurulduğuna inanmıştı. "O bizi seyrediyor," demişti Hande’ye, "biz kendimizi koruyamasak da o bizi koruyacak." Ölü anneyi de masallarına almışlardı. Masallarının gerçekleşmesine annenin de yardımcı olacağı inancını aşklarının arasına katmışlardı.
Kayalarıyla kabaran gölgeli boğazın tanrının kendisine gönderdiği bir işaret olduğunu düşünen Zehra, onunla birlikte
"anneyi" de hatırlamış, çok uzun zamandan beri dua etmediğini ve "anneden" yardım istemediğini fark etmişti.
Boğazdan çıkmadan önce, direksiyonu sıkıca tutup, bir anlığına gözlerini kapayarak, anneye seslendi içinden.
- Bize yardım et, bu acıyı dindir, bizi bundan kurtar. Gözlerini açtığında, cennetin sonsuzluğuna benzettiği parlak yeşil bir ışıkla karşılaştı. Ovaya çıkmışlardı.
Güneş ışıkları, göz alabildiğine uzanan yeşil fidanların üstünden arkalarında parlak san şeritler taşıyan küçük beyaz periler gibi
değdiği her yeşilliği ışığa ve aydınlığa çevirerek geçiyor, Mezepotamya Ovası kendi ışığının peşine düşüp kutsal bereketiyle gökyüzüne doğru yükselecek gibi gözüküyordu.
Zehra , sevinçle gülümsedi, bunun dileğine cevap veren bir işaret olduğunu düşündü. Işıklar içindeki o yeşil ova ona bir müjdenin habercisi gibi gözüküyordu.
Dağların dibinden kıvrılıp anayola çıktılar. Arka çamurluklarına, şoförlerinin umutlarını, hayallerini taşıyan sözler yazılmış kamyonlar geçiyordu yanlarından, bir kamyonların arkasında
"bir gün olacaksa ben beklerim" yazısını okudular, bir diğerinde "sen yaşatırsın, sensizlik öldürür," başka bir tanesinde
"niye küstün küçüğüm", umudunu kaybettiği anlaşılan bir tanesinin arkasında ise "ölmek için doğdum, yaşamak için öleceğim" yazısı vardı.
Bir süre gittikten sonra elindeki haritaya bakan Eda, sola sapmalarını söyledi, askeri bir karakolun önünden geçip yeniden toprak bir yola girdiler. Uzaktan köyü gördükleri sırada arabanın telsizi çıtırdadı, üçü birden irkildi.
Hoparlörden Melisa'nın otoriter ama aldırmaz sesi duyuldu.
- Bütün ekiplere ... Lütfen bütün köylere giriş çıkışlarda merkeze bilgi verin ... Güvenliğiniz için bulunduğunuz konumun bilinmesi gerekiyor. Tekrarlıyorum. Bütün köylere giriş çıkışta merkeze bilgi verin. Güvenliğiniz için bulunduğunuz konumun bilinmesi gerekiyor.
Eda uzaktan gözüken köye şöyle bir baktıktan sonra
Zehra'ya,
- Köye girmek üzere olduğumuzu haber ver istersen, dedi. Zehra nasıl kullanacağını tam bilemediği hoparlörü aldı, acemi bir sesle,
- Melisa, ben Zehra, dedi.
- Evet.
- Biz köye girmek üzereyiz.
- Tamam ... Çıkışta haber verin.
"Tuhaf bir Kadın" diye düşündü Zehra, çevresinde epeyce güzel kadın, birçok akıllı Kadın dolaşıyor, dünya politikasından aşka kadar her çeşit konuda zekice konuşmalar yapılıyor ama o hiçbiriyle ilgilenmiyordu, ne kadınlara kur yapıyor, ne oradaki insanların bilgisinden ve zekasından, kendini onlarla kıyaslayıp bir rahatsızlık duyuyor, ne de konuşmalara katılıyordu. Odasında oturuyor, gelenlerle konuşuyor, sabahlan koşuyor, emrindeki personele kısa, kesin emirler veriyordu. Neredeyse
sinirlendirici kendine güveni, kolayca haşinleşebileceğini hissettiren bencil bir kabalığı ve gözlerinde çok kısacık parlayıveren yırtıcı bakışlarıyla insanlarda anlatılması zor bir ürküntü yaratıyordu. Anlaşılmaz olanı, bütün bunlara rağmen odasında daima kadınların bulunması, o hiçbir kadınla konuşmak için çaba sarf etmezken, kadınların onun çevresinde bulunmaktan hoşlanmasıydı. Kısacık bir anda bunları düşünen Zehra , onunla ilgili bu kadar bilgiyi ne zaman biriktirdiğine şaştı
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Sevmek Yeter Mi?
FanfictionSeni seviyorum beni seviyorsun peki bu biz olmaya yetecek mi Hande?