Kırık Bir Kalp

333 26 0
                                    





Ebrar, eksik bir şey var mı diye odayı bakışlarıyla kolaçan ettikten sonra,
-Siz biraz dinlenin isterseniz, dedi. Yemekleri barakada yiyoruz. Yarım saat sonra yemek yeriz ama siz biraz dinlenmek isterseniz ben yemeğinizi ayırtıtım.
-Teşekkür ederim, yemeğe yetişirim herhalde.
Ebrar çıktıktan sonra üstüne kalın bir battaniye serili olan yatağının üstüne oturdu, yatağın başucunda bir duvar oyuğunun içinde eriyip ufak kalmış bir mumla bir kibrit duruyordu.
Oda süratle kararıyor, duvarlar kahverengiye dönüşüyordu. Başını eline dayadı, vücudu hafifçe öne doğru yığıldı, artan karanlıkla birlikte terk edilmiş bir kentin sokakları gibi
tehditkar bir yalnızlık içini sıkıştırıyordu, bir an soluk alamıyormuş, odadaki hava tükeniyormuş duygusuna kapılarak
oturduğu yerden hızla kalktı.
Merdivenlerden koşarak inip dışarı çıktı.
Güneş batmıştı, köy gölgelerden yapılmış bir kabartma gibi gözüküyordu, evlerin arasından barakaların. pencerelerinden
yansıyan parlak florasan ışıklarını gördü. Yüz metre ilerisindeki karakolun önünde bir asker ovaya bakarak nöbet tutuyordu.
O anda içindeki keder ve yalnızlık öylesine derinleşti ki bir daha bu duygudan asla kurtulamayacağından korktu.
"Bunu affetmeyeceğim" diye düşündü.
Bütün duygulan değişse de bu kararının değişmeyeceğini, affetmeyeceğini biliyordu. Eğer insan bir matematik formül olsaydı Hande’nin ruhunu, kişiliğini oluşturan duygularını, düşüncelerini, davranışlarını, tepkilerini alt alta yazıp topladığınızda ortaya olumsuz bir sonuç, kötü ve itici bir insan çıkardı. Ama insan matematik bir formül olmadığından, varlığını oluşturan mayaya esrarengiz bir mucize katıldığından, onun kötü denilebilecek bütün özellikleri bir araya geldiğinde ortaya iyi ve çekici bir insan çıkıyordu.
Onu yakından tanıyan herkes bu tuhaf denklemin farkındaydı ve herkes kendine göre bir cevap arardı bu tuhaflığa, Zehra  ise bu mucizeyi zekanın sağladığına inanırdı, son zamanlarda çok sıklaşan kavgalarından birinde öfkeyle, "beni insan zekasından nefret ettirdin, zekaya olan bütün hayranlığımı ve güvenimi sarstın," diye bağırmıştı.
Gülmüştü Hande, zekasının kabul edilişindeki güçlü ton, onun bu zekayı kullanış biçiminin aşağılanmasından daha çok ilgisini çekiyordu; onların ilişkisinde zeka sürekli biçim değiştiren mitolojik bir yaratık gibiydi, aşka, sevgiye, hayranlığa, öfkeye, düşmanlığa, dostluğa, yakınlığa hatta cinselliğe dönüşebiliyordu. Kendi zekalarına olan hayranlıkları, diğer insanlara karşı duyulan gizli bir küçümsemeyi besliyor, konuşmaları zaman zaman zeka ayinlerine dönüşüyordu. Birbirlerini zekalarıyla yaralayıp, zekalarıyla iyileştiriyorlardı. Birbirlerine hem çok benzerler hem de benzemezlerdi, en önemli farklılıkları dürüstlük konusundaydı. Zehra  için dürüstlük ve güven belki zekadan bile önemliydi, eğer o bir peygamber olsaydı dininin temelini dürüstlük ve güven üstüne kurardı. Ama dürüstlüğe olan bu nerdeyse hastalıklı tutkusu onun yalan söylemesine engel olmazdı.
Hande onun yalandan nefret ettiğini ve buna rağmen yalan söylediğini bilir ama anlaşılmaz bir biçimde onun kendisine hiç yalan söylemeyeceğine inanırdı. Ruhundaki bir tür ay tutulması gibiydi bu, zekası bu konuda bütün sorgulamalarından vazgeçer, defalarca yalan söylediğini gördüğü Zehra’nın kendisine karşı dürüst olacağı inancına istekle kendini teslim ederdi. Zehra’nınkine benzer mutlak bir güven isteği Hande'de de vardı, sevmek için değilse de bağlanmak için sonsuz bir güven duyması gerekiyordu, belki de bu yüzden zekasının ve bilincinin ulaşamayacağı, sorularla rahatsız edemeyeceği, ruhunun bilinç öncesi denilebilecek derinliklerinde saklı bir inançla bağlanıyordu Zehra'ya. Bu bağın, kendisinin dokunamayacağı bir yerde yaşaması gerekiyordu, aksi takdirde onu sorularıyla bozar, aralarındaki o anlaşılmaz büyüyü birkaç dakika içinde yok edebilirdi.
Hande’nin ihanet etmeyeceği bir duygu ya da kadın yoktu, yalnızca düşüncelerini ihanetin dışında tutar, işiyle ve düşünceleriyle ilgili hiçbir yalan söylemez, dahası söyleyemez ama duygular dünyasına girdiği andan itibaren bir yalancıya, bir sahtekara, bir haine dönüşürdü. Yalan konusunda da garip bir dürüstlüğü bulunurdu, yalancı olduğunu kabul ederdi, sanki kadınlar onun zekasından ve düşüncelerindeki dürüstlüğünden dolayı duygu oyunlarındaki yalancılığını kabul etmek zorundaymışlar gibi çocuksu bir şımarıklığı vardı.
İlişkilerinin ilk başlarında bir gece sabaha karşı sevişmeden yorgun ve mutlu bir halde Hande’nin göğsünde yatarken Zehra  neredeyse yalvaran bir sesle, ''bana yalan söyleme," demişti, "ben yalana dayanamam."
"Olur" derken bile yalan söylediğini biliyordu, yalan söylememesi mümkün değildi, bir balığın içinde yüzdüğü su gibiydi yalan onun için, orada doğmuş, orada büyümüş, orada yaşamayı öğrenmişti, kadınlara doğruları söyleyerek yaşamayı bilmiyordu, kendisine ait, kimsenin bilmediği gizli bir yaşamı olmalı, orada aşklardan, sevgilerden, duygulardan uzak ilişkiler yaşamalı, bedenin yumuşak ve gizemli hazlarına boğulmalı, ona güven vermeyen, onu kuşkulandıran bütün kadınlara ve hatta hayata karşı dokunulmaz bir gizli bahçede saklanabilmeliydi.
Kimliğinin açığa çıkmasından korkan bir casus gibi yaşıyordu hayatın içinde, o alaycı, güçlü ve zeki kadının yalanlarla örülmüş kabukları kaldırıldığında ortaya çıkacak. Olanın sevgiye layık bulunmayacağına inanmış olmalıydı, onu saklayabilmek için birçok kadından ve sevgiden vazgeçmek zorunda kalmıştı.
Sakladığı kimliğin masumiyeti, onu saklamak için gerçekleştirdiği ihanetlerin vahşetiyle çelişiyordu; utanarak sakladığı şey, kural ve sınır tanımayan, ancak kendini insanlara yabancı ve uzak hisseden birinde görülebilecek, deliliği andıran bir sevilme isteğiydi, kabukları kalkar kalkmaz yalvarmaya başlayacağından ve sevilmeyeceğinden korkuyordu; sevilmek isteyen yanı görülmesin diye onu seven bütün kadınları aldatmış, kendinden uzaklaştırmıştı. İçinde niye böyle bir duygu taşıdığını bilmiyor, bunu düşünmek istemiyor, tartışmayı da şiddetle reddediyordu.
İlk yalanlarını yakaladığında Zehra  önce öfkeyle hakaretler etmiş, sonra yatışıp, "yalan söylersen benim seni sevmem çok zor" demişti.
- Bir kurbağayı öpmek de zordur ama ancak prenses kurbağayı
öptüğünde kurbağa prense dönüşüyor.
- Ama o masal...
- Ben de bir masal istiyorum, bütün gerçekleri önemsiz kılan bir masal... Bir masaldan daha az bir şey yaşamaya razı değilim.
Zekasından umulmayan bir saflıkla gerçekten de bir masal istiyor, bu masalın gerçekleşmesini bekliyordu; zamanla bir masal yaşayacaklarına, hiçbirinin yalan söylemeyeceği, dürüstlükten sapmayacağı, ölene kadar sürecek bir aşkla kuşatılacaklarına Zehra’yı da kendini de inandırmıştı.
Böyle bir masal yaşanabilecekse bunu ancak birbirleriyle yaşayabileceklerine içtenlikle inanmışlardı, buna inanmaktan hoşlanıyorlardı, bu inanç onları gerçeklerden, yalanlardan, ihanetlerden koruyor, zor anlarda, bir gün o masala ulaşacaklarını hayal ederek güç ve teselli buluyorlardı. Zamanla bu masal onların ilişkisinin temeli ve simgesi haline gelmişti; yan yana uzanır, ihtiyarlık günlerine ait hayaller kurarlardı, bu ihtiyarlık hayallerini yaşadıkları günden ve gençliklerinden bile çok sever gibiydiler, tehlikesiz, sakin, korkusuz, güven ve aşk dolu bir ihtiyarlık, bahçede gezintiler, geniş bir salonda karşılıklı konulmuş masalarda telaşsız çalışmalar, akşamları verandada üstlerinde kalın kazakları, dizlerinde battaniyeleriyle gece kuşlarının sesini dinlemek. Her konuşmalarında bu masala yeni hayaller katarlardı. Nasıl giyineceklerini, nasıl konuşacaklarını hatta nasıl huysuzluk yapacaklarını bile konuşurlardı. İhtiyarlık günlerini hayal ederken ilişkilerinin hatta belki de hayatlarının en mutlu, en güvenli anlarını yaşarlar, birbirlerine sokulurlar, birbirlerine inanırlardı. Bu anlar onların mucizeleriydi, insanlara güvenemeyen iki insan bu anlarda birbirlerine hiç kuşku duymadan güvenir ve inanır, huzursuz ruhlarında yaz ormanlarını andıran sıcak ve sessiz bir huzur yaratarak daha şimdiden bir mucizeye kavuştuklarını düşünürlerdi, bu onlara gelecek için de güven verirdi.
Tutkuyla istedikleri iki şeyi, huzuru ve aşkı bir araya getiren bir hayalleri, özenle kendilerinden bile korudukları bir masalları vardı. En küçük bir rüzgarda solabilecek egzotik bir bitkiyi andıran aşklarının etrafına yerleştirdikleri bir seraydı bu, masalın ve seranın dışında kalan duygulan sürekli incinir, ilişkileri solar ama masal onları bir daha asla yaşayamayacaklarına inandıkları bir aşkla hep bir arada tutardı.
O ıssız köydeki ilk akşamında kendini yalnız ve kederli hissederken koşa koşa karakolun arkasındaki kayalıklara gidip Hande’yi arayan Zehra , son zamanlarda onun sesini her işittiğinde duyduğu öfkeyi bile bastıran bir özlemle "seni çok özledim" diye inlemişti. Kederinden ve yalnızlığından hiç söz etmeden, ovadan esen rüzgarla uğuldayan telefona ağzını yapıştırarak
"buradaki bir köy evinin bahçesinde toprak bir fırın gördüm, biliyor musun, bahçeye o fırından yaptıracağım, - her sabah taze köy ekmeği sen uyandığında kahvaltı masasında olacak," demişti.
Zehra'nın öfkesini saklaması gibi Hande de kızgınlığını gizleyerek konuşmuştu.
Bir gün önce ayrılırken sarsıcı bir kavga yaşamışlar, uçak saatini beklemek için oturdukları kahvede Zehra  arada sırada onda gözüken bir tür cinnetle elindeki bardağı yere atıp kırmıştı. Çevredekiler onlara bakmışlardı. Başkalarının ilgisini çeken gürültülü davranışları her zaman küçümseyen Hande’nin yüzü utançtan kararmıştı. Sesini yükseltmemeye çalışarak,
"sakin ol lütfen" diye fısıldamıştı.
Arabada da kavga etmeyi sürdürmüşlerdi, kendi haklılıklarına öylesine inanıyorlardı ki birbirlerinin söylediklerini dinlememişlerdi, son zamanlarda onları sık sık esir alan kızgınlık nöbetlerinden birine yakalanmışlardı. Öfke, biraz sonra ayrılacaklarını bilmelerinin içlerinde yarattığı kırgın ve kederli özlemin sınırlarını cam kırıkları gibi çevirmişti, bir türlü o özleme dokunup, ondan söz edemiyorlardı.
Havaalanına yaklaşırken Hande, "böyle ayrılmayalım " demişti.
Zehra  cevap vermemişti.
Havaalanına girecekleri sırada Zehra  saatine bakmış,
- Daha vakit var, demişti, biraz daha dolaşalım.
Hande bir şey söylemeden havaalanın önünden geçmişti.
Bir süre sonra Zehra , "sessiz bir sokak bul" demişti.
Sessiz bir sokak bulup durmuşlardı.
Zehra  ona doğru dönmüş, uzun uzun bakmıştı.
- Sarıl bana, demişti. Beni bir daha hiç görmeyecekmişsin gibi öp.
Çektiği acıdan kurtulmak isteyen bir hastanın içeceği zehiri istemesi gibi öylesine bir yumuşaklıkla, öylesine bir kadere boyun eğmişlik ve kederle söylemişti ki bunu, bir başkası bu cümleyle irkilir, belki Zehra'nın gitmesine bile engel olurdu ama Hande masallarla ve mucizelerle dolu ilişkilerinin içini kamaştıran ışığıyla kör olmuş gibiydi, bütün yaşananlara, öfke krizlerine rağmen gerçekleri görmekte zorlanıyordu. Bir daha hiç görüşmeyeceklermiş gibi ihtirasla, şefkatle, acıyla öpüşmüşlerdi.
Sonra Zehra  başını Hande’nin boynuna sokmuş, onu derin derin koklamış ve "gidelim" demişti.
Bu, onların masallar dünyasındaki son öpüşmeleri olmuştu.
Ertesi sabah, karakoldan gelen seslerle uyandı.
Kalın tahtaların birbirine çarpmasını andıran postal sesleri, koşuşturmalar, emirler, bütün ovaya yayılıyormuş izlenimi uyandıran yüksek sesli emir tekrarlan, "hazır ol" komutları, Zehra’nın bir süre sonra ezberleyeceği, "emir ve görüşlerinize hazırdır komutanım" haykırışı ve nedense onu şaşırtan, diğer seslerden farklı olduğunu sezdiği ama farklığının nedenini hemen ayırt edemediği bir sesin sorduğu "nasılsın asker" sorusuna verilen, gümbürtüye benzer toplu bir bağırış "sağ ol."

Sevmek Yeter Mi? Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin