Çabuk Gitti

122 19 18
                                    

Çok iç açıcı olmayan günlerden selamlar yazarınız "bir kahve mi içsem kendimi mi assam" diye düşünüyor ama halledeceğiz.
Bu zevk alacağınız bir bölüm tadını çıkarın









Zehra  gözlerini kapattı, yüksek ateşten kalan bir baş ağrısı vardı, gözlerinin önünden Elif'in, Hande’nin, Melisa’nın, Ebrar’ın, Ayça'nın, Eda’nın, Saliha’nın, Cansu’nun yüzleri geçiyor, hepsi bir başka duyguya dokunuyordu, birbirinden çok farklı bütün duygularda ise, bir senfoninin Leitmotiv’i gibi kederli bir ses vardı ama Elif'in varlığından ve Ebrar’ın beklenmedik dostluğundan kaynaklanan bir umut ve sevinç de topraktan başını çıkarmaya çalışan bir tohum gibi içinde bir yerlerde büyümeye hazırlandığının haberini veriyordu.



Yeniden uykuya dalmadan önce “yeni bir hayat” diye düşündü ama bu düşüncesini tamamlayamadan uykuya geçmişti.

Üç gün boyunca, aralarda uyanıp yanı başında duran Ebrar’a ya da Elif ‘e bakıp onlarla kısa kısa konuşarak uyudu

Zehra Bu uzun uyku döneminde bütün kasları, kemikleri, damarları biriktirdikleri gerginlikleri, yorgunlukları, toksinleri

Atıp gevşeyerek dinlenirken, ruhu da aylardan beri içinde biriken zehiri rüyalarla, uykuyla uyanıklık arasındaki o muğlak alana saplanan düşüncelerle boşaltıyor, uykunun koruyucu

Sessizliği içinde Zehra  geçmişiyle hesaplaşıyor, kendi hatalarını da Hande’nin hatalarını da daha açık görüyor, gizli vicdan azaplarını, öfkelerini, acılarını da fırtınalı bir yolculuktan dönen bir yük gemisi gibi bilincinin sağlam limanına indiriyordu.

Bazen ağlıyordu uykusunda, yumruklarını sıkıyor, tam anlaşılamayan kelimeler mırıldanıyordu. Bazen de gülümsüyordu.

Sonunda bir akşamüstü deliler gibi acıkmış olarak uyandı, ev iştah açıcı bir yemek kokusuyla dolmuştu, Ebrar ona yemek pişirmişti. Birlikte yemek yediler.

- Çok güzel yemek yapıyorsun, dedi Zehra , iyi ki baştan beri birlikte oturmuyoruz yoksa ikimiz de buradan iki şişko olarak ayrılırdık.

Ebrar memnuniyetle gülümsemiş, onun tabağına biraz daha yemek koymuştu.

Aralarında çok garip, anlatılması çok zor bir ilişki vardı, ikisi de diğerinin Melisa’yla olan macerasının farkındaydı ama

Bundan hiç söz etmiyorlardı, içlerindeki hafif bir sızıyı anımsatan kıskançlık ise dostluklarının yarattığı parlak sevincin yanında neredeyse görünmez oluyordu. Bu dostluk aynı zamanda onların kendilerini kabalıklarıyla, ilgisizlikleriyle üzen

Melisa’dan aldıkları çok şık bir intikam gibiydi, yakınlıklarıyla Melisa’ya ona hiç aldırmadıklarını, onun için birini kıskanacak kadar bile onu umursamadıklarını gösteriyorlar, amaçlarına ulaşıp Melisa’yı şaşırtarak onun o kuvvetli kendini beğenmişliğini ve gururunu  sarsıyorlardı. Kadınca bir başka yan daha vardı bu yakınlıkta, birbirlerini de denetleyip, Melisa’yla ilişkisini sürdürmediğine emin oluyorlardı. Melisa’nın birlikte eğlendiği diğer kızları zaten önemsemiyorlardı.

Zehra , Ebrar’ın neşeli, sevecen görüntüsünün altında çok sağlam bir ketumiyet ve kendine güven saklı olduğunu, sorunları çözmek konusunda az rastlanır bir yeteneği ve güven verici bir gücü bulunduğunu görüyordu. İkisi de birbirinin değerini,

Melisa’nın onların değerini anladığından daha çok anlıyorlardı.

Bir daha Melisa’yla birlikte olmamaya kendilerine bile bir şey söylemeden karar vermiş gibiydiler.

O akşam yemekten sonra Melisa, Zehra‘yı ziyaret etmeye geldi, hem Zehra‘yı görmek hem de neler olduğunu anlamak

İstiyordu. Zehra , Ebrar’ın bir yerlerden bulup getirdiği, oturulacak yeri patlayıp samanları çıkmış olan büyük koltuğun üzerine bir minder koyup oturmuştu. Melisa odaya girince önce ne yapacağını bilemedi, etrafta oturacak bir şey arıyordu,

İki kadın da onu bir şey söylemeden sessizce izliyorlardı. Sonunda Ebrar dayanamadı, “ben sana bir iskemle getireyim” dedi. Tahta bir iskemle getirdikten sonra “iyi bir çay demleyeyim” diyerek onları yalnız bıraktı, bu da Melisa’yı şaşırttı.

- Nasılsın?

- İyiyim, dedi Zehra .


- İyi gözüküyorsun zaten.

- Sen nasılsın?


- Ben de iyiyim.

Zehra  Melisa’ya bakıyor ve o sırada o Kadınla ilgili neler hissettiğini anlamaya çalışıyordu, dikkati Melisa’dan çok kendi içine dönmüştü. Melisa’nın karşısında her zaman duyduğu korku kaybolmuştu, o korkuyla birlikte Melisa’nın ulaşılmaz ve görkemli hayali de yok olmuştu içinde, kaidesi yıkılmış bir heykel gibi durduğu yüksek yerden Zehra‘nın ayaklarının dibine düşmüştü.

Melisa’ya duyduğu ilginin o tuhaf korkudan beslenmiş olduğunu şaşkınlıkla fark ederken bir yandan da o korkunun tam olarak ne zaman kaybolduğunu çıkartmaya

Uğraşıyordu, o ıssız otelde Hande’yle ilişkisinin bittiğini düşünerek ağladığı gece mi yoksa o gecenin ertesinde Melisa’nın terbiyesizce bağırışını duyunca onu tersleyip yürüdüğü an mı, tam karar veremiyordu. Bu iki olay arasında, Hande’yle koptuğunu düşünmesiyle Melisa’ya bakışının değişmesi arasında bir bağ varmış gibi geliyordu, sanki Hande’yi bir daha görmeme fikrine dayanamayacağını sezdiğinden, bu gerçeği “hayatını herkese kapatma” gibi henüz daha tam isimlendiremediği bir büyük “temizlik” hareketinin içine yerleştirerek acısını ve etkisini azaltmak istiyordu.

Ucunda bir pingpong topunun zıpladığı parktaki fıskiyeler gibi kendi ilgisinin Melisa’yı kendi gözünde nasıl yukarlara çıkartıp yücelttiğini, o ilginin azalmasıyla birlikte onun gözündeki değerinin azalmasından anlıyordu, bazı kelimeleri telaffuzundaki kabalık, bir kadını ziyaretinde ne yapacağını

Şaşıran beceriksizlik, ellerini bir türlü bir yere yerleştirememesi, artık sevilmediğini düşündüğünde yüzüne ve gözlerine yerleşen o şaşkın sıradanlık, kaybolan güveniyle birlikte güldürme yeteneğinin de soluvermesiyle soğuklaşan


Esprileri şimdi Zehra’nın gözüne batıyordu. Ellerinin koca yaşlı kadınların ellerine benzediğini, parmaklarının çok kalın olduğunu da fark etmişti. Kadınların bir zamanlar hoşlanıp da daha sonra çabucak vazgeçtikleri sevgilileri karşısındaki duydukları o garip acıma duygusunu hissediyordu Melisa’ya bakarken, onun böylesine sıradan ve sıkıcı görünmesine kendi duygularındaki değişiklikler değil de sanki Melisa’nın başına gelen bir felaket neden olmuş gibi onun adına üzülüyordu. Bütün bu uzaklığına karşın ona olan ilgisi tam anlamıyla da kaybolmuş değildi, eski anıların izi hala. Tazeydi, şimdi onun bu beceriksiz duruşunda sevimli bir yan buluyor, artık onunla istediği gibi oynayabileceğini sezdiğinden

Gizli gizli biraz oynamak, Melisa’yı ayaklarının dibinde süründürmek istiyordu ama çok kuvvetli bir duygu değildi bu.

Belirgin bir şey olmamıştı ama Melisa Zehra’nın o rahat duruşundan, alaycı sesinden, sakin bakışından onun duygularının değiştiğini anlayıp huzursuzlanmış, fazla oturmayıp gitmişti.

Ebrar, “çabuk gitti” diye gülmüştü arkasından ve yaptıkları tek yorum da bu olmuştu. Gizem, Zehra’nın birkaç gün daha evden çıkmayıp dinlenmesi gerektiğini söylemişti. Ebrar da işe gitmiyor, Zehra ‘ya bakıyor, onu şımartıyor, güzel yemekler pişiriyor, mutfak konusunda çok beceriksiz olan Zehra ‘ya tarifler veriyordu.

Bütün misyondakiler Zehra‘yı ziyarete geliyorlar, iş çıkışında onların evinde toplanıyorlardı, Zehra‘nın hastalığı misyon hayatının yeni eğlencesi olmuştu, Zehra‘nın bir istediğini iki etmeyen Melisa eve bir telsiz yerleştirmişti, oradan emirler verip mutfaktan istediklerini de getirebiliyorlardı. Bazen tarçınlı sıcak şarap kaynatıyorlardı. Zehra  yeniden bütün ilginin odağı haline gelmişti, herkese takılıyor, şakalar yapıyor, gülüyor, insanları etrafına topluyordu. Ona hediyeler veriyorlardı.

Tuğba , “bunu boynuna sararsın çıktığında” diyerek güzel bir İtalyan eşarpı vermişti, o köye geldiklerinden beri beş kelimeden fazla konuşmadıkları İlkin  dağlardan topladığı bir demet kır çiçeği getirmişti. Saliha esrarlı sigarasını, Eda tecrübelerini, Gizem karşılaştığı ilginç vakaları anlatıyordu.

Elif  her gün geliyor, bir şey söylemeden Zehra’nın karşısına oturup ona bakıyordu. Zehra  ona harfleri öğretiyordu, İstanbul’u, denizi, vapurları anlatıyordu. Elif  kaşlarını çatıp, onun anlattıklarını görmek ister gibi gözlerini kısarak dinliyordu. Zehra  Gizem’den Elif ‘i muayene etmesini istemişti, Gizem de neredeyse zorla Elif ‘i muayene etmişti.

- Sağlığında bir şey yok, demişti, ama yorgun biraz ...

Ona vitamin vereceğim...

Cansu da gelmişti bir gün ama o içeri girmemiş tek katlı evin penceresinden başını uzatıp “nasılsın” demişti.

- İyiyim, gelsene içeri.

- Rahatsız etmeyeyim.


- Saçmalama Cansu, gel içeri ...

Genç teğmenin bakışından onun kendisini özlemiş olduğunu sezmişti Zehra , bir ablanınkini andıran bir şefkat duymuştu. Onu umutlandırmadan sevgisini nasıl göstereceğini bilememiş, sevgisini ona takılarak göstermeye çalışmıştı.

“Sen diplomat olmalıydın, Cansu, niye asker oldun?” demişti, Cansu da gülerek postallarına bakmış,

“onların ayakkabıları benim için fazla ince, ben bastım mı toprağı titretmeliyim” diye gülerek cevap vermişti.

- Ne zaman gideceksin? Diye sormuştu sonra.

- Yakında zaten herkes gidecek, demişti Zehra .


- Niye onları bekliyorsun, baksana sağlığın da iyi değil...Al çocuğu da git... Yakında buraları çok sıcak olacak, sen bu halinle o sıcağa dayanamazsın.

- Git, git diye tutturan bir asker  bir kadının gururunu çok fazla okşamış olmuyor, Cansu, bilmem farkında mısın?


- Ben senin için söylüyorum, demişti Cansu.

- Gideceğiz, Cansu, yakında, sabırsızlanma ... Köyün sana kalacak. .. Bakalım bilgi alacak kimse kalmayınca ne yapacaksın?

Sıkıntıdan öleceksin buralarda.

Zehra  birden durdu.

- Yoksa biz gidince sen de Ankara’ya mı döneceksin? Cansu kendinden memnun bir genç Kadının biraz mağrur biraz utangaç gülümsemesiyle güldü.

- Ben buralarda kalacağım, dedi, ben bunun için gönüllü oldum.


Zehra  birden onun için korktu.

- Sakın ölme, Cansu, dedi, kimseyi de öldürme, olur mu?

Cansu gülerek ellerini iki yana açtı.

- Bir askere verdiğin emre bak... Bazen düşünüyorum da, tanrı kadınları, nasıl bir mizah duygusuna sahip olduğunu göstermek için yarattı herhalde diyorum.

- Cansu, doğru söyle, bunu bir yerde okudun, değil mi?


Cansu Zehra’nın söylediğini ciddiye alıp kıpkırmızı kesildi.

- Hayır ... Ben söyledim.

- Cansucuğum, tabii sen söyledin ... Sen benim Napolyonumsun... Bir gün genelkurmay başkanı olduğunda seninle çok övüneceğim.

Cansu palaskasını düzelterek kalktı.

- Yaz geliyor, dedi, söylediğimi yabana atma, buranın sıcağına dayanamazsın.

Zehra  onu yolcu ederken, “bunu düşüneceğine” söz verdi. Artık biraz dışarı çıkıp yürüyebileceğine karar verince bir akşamüstü Elif ‘le birlikte uçurumun kenarına yürüyüp ovaya baktılar, sararmış başakları, yeşil sapları, üstlerine düşen kızılımsı pembe akşam ışıklarıyla gökkuşağı renginde sabırsız bir rüzgar gibi dalgalanıyor, olduğu yerden kopup uçmak ister gibi kıpırdanıyordu.

- Bu ovayı özleyeceğiz, değil mi, kuzu?

- Evet.


- Ama gene gelir bakarız, İstanbul uzak değil o kadar da.

- Olur.


Eve dönerken kayalıklara doğru bakmıştı Zehra , bir an Hande’yi aramayı düşündü. Evde yatarken onun kendisini arayıp bulamamış olabileceğini düşünmüş, aradıysa meraklanmıştır diye üzülmüştü. Hayatının belki de bu en huzurlu, en sakin günlerinde derinlerinde bir yerlerinde bir özlemin varlığını hissediyordu ama Hande’ye duyduğu bu özlem bir kozanın içine

Saklanmış gibiydi, içine yayılmıyor, yakmıyor, canını acıtmıyordu, neredeyse dostça denilebilecek bir özlemdi, özlediği bir kadın değil de cinsiyetinin önem taşımadığı bir insandı, onun konuşmasını, gülüşünü, birlikte olayları değerlendirmeyi özlemişti. Gene de kozasının içindeki bu evcilleşmiş, uslanmış özlemde hala onu ürküten, her an patlayıverecekmiş endişesi uyandıran tehlikeli bir yan seziyordu, ne olursa olsun Hande’nin onun hayatının bir yerinde hep duracağını, onun hayalini hep içinde taşıyacağını, bütün yaşadıklarının, mutluluk ve mutsuzluk veren bütün duygularının o alevli yakıcılığıyla hayatlarının bir yerlerinin birbirlerine bir daha ayrılamayacak bir şekilde kaynadığını, bundan hem garip bir sevinç hem de ürkütücü bir ürperti hissediyordu. Eskiden, o acılı günlerde “bu hiç bitmeyecek” diye üzülürken, şimdi bu sakin zamanda “bu hiç bitmeyecek” diye anlayamadığı bir biçimde seviniyordu. O özlemi kozasının içinde taşımaktan memnundu, ne onun yok olmasını ne de patlayıp her yanına yayılmasını istiyordu.

Asıl onu tedirgin eden ise o kozanın içinde özlemle birlikte minik bir balık gibi kıpırdanıp duran “acaba şimdi ne yapıyor?” sorusuydu, o soruyu hiç fark etmemeye çalışıyordu, onu yeniden bir acının içine çekebilecek olanın o soru olduğunu biliyordu, Hande’nin neler yapmakta olabileceğine dair de aklından sürekli silmeye çalıştığı bir fikri vardı.

O gece, çoktandır kesilmiş olan çatışmaların yeniden hızlandığını sabaha kadar dinledikleri silah sesleriyle anladılar.

Hande’ye bunu anlatmak istediğini fark etti, onun kendisi için endişelenmesini. İstiyordu.

“Bu da özlemin bir parçası herhalde” diye düşündü.

Sevmek Yeter Mi? Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin