İlk Şok ve Yoksunluk Etkisi

190 23 11
                                    

Hikaye gidiyor mu gitmiyor mu bilmiyorum sadece tamamlamak istiyorum umarım hoşunuza gidiyordur. Hikayenin şu an biraz havada olduğunun farkındayım Hande ve Zehra'nın ilişkisi neden bozuk bilmiyoruz ama bu da ayrı bir tat veriyor sanki ve tahminleri alalım sizce kim ne halt etti de ilişkileri buraya geldi Hadiiii devam edelimmmm (ceyda Kasabalı'ya selamlar fkdkrklr)







Geldikleri köy kaldıkları köyden çok daha büyük ve bakımlıydı,
köyün yanından bir dere akıyor, köy kavak ağaçlarıyla çevreleniyordu. Köyün içine girdiklerinde düzgün sayılacak bir yoldan, ağlan çıkartılmış beyaz kale direkleriyle bir futbol sahasının bulunduğu geniş bir meydanlığa ulaştılar. Köylülerin geleceklerinden haberdar oldukları, meydana bütün erkeklerin yan yana dizilmesinden anlaşılıyordu. Kavak ağaçlarının solgun parıltısının yansıdığı meydanda kısık gözlerindeki kuşkunun karanlığı üstlerine sinmiş gibi gözüken bu erkek kalabalığı uğursuz bir sırrın önüne çekilmiş gizemli
bir perde gibi duruyordu. Sırlan her neyse, ona ulaşmak isteyenler öldürmeye hazır bir kalabalığın saldırısına hazır olmalıydı.
Kasılmış yüz çizgilerinden, kendi köylerinden olmayan herkesi düşman gibi gördükleri anlaşılıyordu.
Araba durunca, diğerlerinin ortasında yürüyen siyah elbiseli, beyaz gömleğinin en üst düğmesini de iliklemiş, saçlarını itinayla taramış, sağ yanağında vahşi bir hayvanın pençesinden kalmışa benzeyen kırmızı, derin bir yara izi olan Kadın arabaya yaklaşıp kapıyı açtı.
- Buyurun, buyurun, şeref verdiniz ... Buyurun inin.
Arabadan inince ağa üçünün de elini sıktı, diğerleri sadece "merhaba, hoş geldiniz" diye mırıldanmakla yetindiler. Erkekler, ayaklarında pantolon olan başlan açık iki kadını sessiz bir merakla süzüyorlardı.
"Şöyle buyurun" diyerek ağa onları meydanın kıyısındaki bir çardağa doğru götürdü. Çardağa dört koltuk konmuş, koltukların önüne beyaz örtülü bir sehpa, sehpanın üstüne
bir sürahi su, yeni açılmış bir paket sigara ve bir şişe kolonya şişesi yerleştirilmişti.
Koltuklara ağayla birlikte oturdular, diğerleri aşiretteki önemlerine göre sıraya dizilmiş vaziyette ayakta bekliyorlardı, omuzlarında Kaleşnikovlar asılıydı.
- Ne içerdiniz:, dedi ağa ...
Türkçeyi ağır bir aksanla konuşuyordu.
- Varsa bir çay içerim, dedi Zehra .
- Emriniz olur ...
Ayça , ''ben bir şey içmeyeceğim" dedi. Eda da çay istedi. Ağa bir işaret yaptı, genç erkeklerden biri koşarak uzaklaştı, biraz sonra bir tepsinin içinde çaylarla geldi, konuşmadan sehpaya koydu.
- E, nasılsınız bakalım ... Yolculuk nasıl geçti.
- İyi geçti, dedi Zehra .
Ayça  konuşmaları Eda'ya çeviriyordu.
Zehra  çevresine bakındıktan sonra ağaya döndü.
- Hanımlar nerede? dedi... Hiç hanım göremiyorum etrafta.
- Onlar arka taraftalar.
- İzin verirseniz siz  Eda Hanım’la konuşurken ben de hanımlarla konuşayım ... Onların hatırını sorayım ... Ağanın yüzündeki gülümseme bir anlığına kayboldu, soğuk, nerdeyse öfkeli bir bakışla baktı Zehra 'ya, sonra ne düşündüyse bir anda yüzü yeniden değişti, gülümsedi.
- Elbette, emriniz olur. Sizi arka tarafa götürsünler ... Cemo, bak hanımı avratların yanına götür, onlarla konuşacakmış ...
Ardından da anlamadığım dilde bir şeyler söyledi.
Önüne düşen bir delikanlı Zehra'yı meydanın diğer yanındaki iki katlı, yan yana konmuş dört ev uzunluğunda, yayvan bir konak yavrusuna götürdü, geniş ahşap kapıdan Kürtçe seslendi, kapı açıldı, Zehra’yı içeri aldılar.
Evin geniş bir bahçesi vardı, bahçenin içine sedirler yerleştirmişlerdi, kadınlarla görüşebilecekleri önceden söylenmiş olmalı ki kadınlar sedirlere oturmuş bekliyorlardı. Onlar da erkekleri gibi temiz pak giyinmişlerdi, başörtülerinin uçlarını çekerek ağızlarını kapayıp kendi aralarında Zehra 'ya bakarak fısır fısır bir şeyler konuşuyorlardı. Zehra  meydanda erkekleri gördüğünde
hissettiğini kadınların yanında da hissetti: gizemli bir sırrı taşıyanların o sırra yabancı olan herkese duydukları ortak kızgınlık.
Gerçekten böyle bir sır var mıydı bilmiyordu ama tuhaf, ismi konmamış bir kızgınlığın çevresinde dolaştığına emindi.
Geniş bir koltukta, saçları kınalı, şişman, çatık kaşlı, yaşlı bir kadın tek başına oturuyordu.
- Hoş gelmişsin ...
- Hoş bulduk ...
Kadın yanındakilere dönüp emirler verdi, genç kızlardan birisi bir tabak irmik helvasıyla bir bardak çay getirip Zehra’n0ın yanına bıraktı.
Yaşlı kadın kendi dilinde  Zehra'nın hatırını, yolculuğun nasıl geçtiğini sordu, genç bir kız konuşmalarını Türkçeye çeviriyordu.
Zehra  kadınların hemen hemen hepsinin avuçlarının içinin, parmaklarının kınalı olduğunu gördü. Yeni kına yakılmış olduğunu tahmin etti.
- Düğününüz vardı galiba, dedi.
Genç kız söylediklerini çevirince gülüşmeler oldu.
- Evet, iki evladımızı evlendirdik ...
Zehra , düğünün nasıl geçtiğini, evlenenlerin kim olduğunu sordu, üstlerindeki kıyafetlerle ilgilendi, yanındaki kadının elbisesinin eteğindeki dantelin nasıl örüldüğünü merak ettiğini söyledi. Sorularına sadece yaşlı kadın cevap veriyordu ama sohbet ilerledikçe kadınların rahatladığını hissediyordu.
Lafı erkeklere getirdi sonunda.
- Erkekler size nasıl davranıyor?
- İyi davranırlar.
- Hiç tatsızlık olmuyor mu?
- Olur, her ailenin kendi içinde ...
- Burada bir cinayet işlenmiş.
Taş gibi bir sessizlik oldu, yaşlı kadın soğuk bir sesle kısa bir cevap verdi.
- İftiradır ... Köyümüzde olmaz öyle şey ...
Zehra , bütün kadınlar kendisine bakarken kenardaki genç bir kızın önüne baktığını gördü. O kalabalıktan kopmuş ya da kopartılmış gibi onlardan ayrılıp kendi içine çekilmişti.
Zehra  fazla üstelemeden konuyu değiştirdi, biraz daha sohbet ettiler, bir çay daha içip, getirilen taze bir gözleme yedi, çocukları, okul olup olmadığını sordu, sonra da izin istedi.
Yaşlı kadın ayağa kalktı, bütün kadınlar da ayağa kalktılar.
Kapıdan çıkarken yaşlı kadın bir paket uzattı.
- Hatıradır ...
- Sağ olun, niye zahmet ettiniz ...
- Bizi hatırlarsın, dedi yaşlı kadın.
Zehra  çardağa geri döndüğünde Eda’yla Ayça’nın  kendisini beklediklerini gördü. Vedalaşıp arabaya binince Zehra  paketi açtı, içinden örneğini merak ettiği dantel çıktı.
Geldikleri yollardan geri dönerken, "hiçbir şey öğrenemedim" dedi Zehra.
- Cinayeti sordum, iftiradır dediler.
Ayça küçümseyen bir sesle, neredeyse nefretle konuştu.
- Caş bunlar, erkekleri de caş, kadınları da caş ...
- Caş ne demek?
- Eşek demek ... Ama burada koruculara derler ...
- Siz bir şey öğrenebildiniz mi?
- Biz de bir şey öğrenemedik ...
Eda güldü.
- Bir seferde her şeyi öğrenebilseydik araştırma misyonunun kurulmasına ne gerek vardı. .. Buraya daha çok geleceğiz
... Sonunda biri bize anlatacak.
Köye vardıklarında hava kararıyordu, Zehra  bütün gün
Hande’yi düşünmeye vakit bulamadığını fark etti. Hande’yi hatırlatan sızı hep içindeydi ama her zamanki gibi onu belirgin biçimde, hayaller kurarak, kıskanarak, kızarak, özleyerek düşünecek zamanı olmamıştı. Hemen telefon etmek istedi ama o kadar acıkmıştı ki önce Eda ve Ayça 'le birlikte yemek yemeğe gitti. Ekipler tek tek dönüyorlardı.
Yemeğini yer yemez fırladı, barakalardan çıkarken Melisa odasından seslendi.
- Nasıl gitti bugün?
- İyi...
- Gel bir kahve ikram edeyim ...
- Sağ ol, işim var ... Sabah kaçta çıkıyoruz? ..
- Altıda gideriz ..
Zehra  hızlı adımlarla kayalıklara gitti. Öyle tuhaf bir duygu vardı ki içinde kendisi bile tam anlayamıyordu, sanki Hande' i düşünmediği anlarda Hande’yi ona bağlayan bütün bağlar kesilmiş, sevdiği kadın ondan uzaklaşmış, onun girmesinin yasak olduğu başka bir hayatın derinliklerine savrulmuştu. Bunun mantıklı olmadığını biliyordu ama böyle hissediyordu, o Hande’yi unutabildiyse Hande de onu unutabilirdi. Unutup başka kadınlarla birlikte olabilirdi. Hatta belki de olmuştu.
Ovaya karanlık inerken telefonun tuşlarına öfkeyle bastı.
İnsanların unutamayacağı, hatta unutmaması gereken bazı günler vardır ama yaşarken böyle günleri, hayatının değişmekte olduğunu fark etmez insan, kendisine nişan almış bir avcının varlığını sezemeyen bir ceylan gibi sakin sıçrayışlarla yürüyüşüne devam eder.
O gün de, bilincinin ulaşamayacağı, yakalayamayacağı kadar derinlerde saklı bir huzursuzluk hissediyordu ama bu duygu onun için varlığının ayrılmaz bir parçası, iç organlarından birinin doğuştan gelen önemsiz bir hastalığı gibiydi, o huzur- · Susuzluğun gerçek bir nedeni, geçerli bir dayanağı mı var, yoksa
genlerindeki anlaşılmaz bir pürüzden kaynaklanan yerleşik huzursuzluğu mu olduğunu her zaman açıklıkla kavrayamazdı.
Daha sonra onu üzecek birçok olayın başlangıç anını sezememesi de bu huzursuzluğa gereğinden fazla alışmış olmasıydı. Boğaziçi'nin kıyısındaki üniversitenin küçük odalarından birinin pencerelerinden karşı kıyıya bakarken, "yakında erguvanlar açacak" dediğinde içindeki küçük huzursuzluğu sesine yansımıyordu.
Kendisini hep azarlayıp, çalışması için emirler verdiğinden
çocukluğundan beri "Sultan Üçüncü Simge " diye takıldığı oda arkadaşı her zamanki gibi erguvanlara aldırmadan
"sana verdiğim şu belgeye baktın mı?" demişti. Sade ve sağlam bir binayı andıran dostluklarının süsü, gösterişi yoktu ama her sarsıntıya dayanacak bir güçteydi; birbirlerine güvenirlerdi. Bu güvenin kaynağı arkadaşlıkları değildi, ikisinin de diğerinin bir başka insana kendi çıkarı için  ihanet etmeyeceğini, inandığı fikirden vazgeçmeyeceğini bilmesindendi.
İkisi de diplomat çocuğuydu, Peru, Moğolistan, Bolivya, Gine gibi birbirine hiç benzemeyen ülkelerde dolaşarak büyümüşler, hayatla ilgili çok tuhaf, alışılmamış bilgiler biriktirmişler, değişik mutfaklara, değişik içkilere, değişik
davranış biçimlerine alışmışlar, bunları bilmeyen diğer insanlara karşı gizli bir küçümseme beslemelerinden kaynaklanan bir züppelik de kişiliklerine sinmişti. Bu züppeliklerini seçkin
bir kulübün kapısına asılmış küçük bir plaket gibi ancak bilenlerin görebileceği bir zarafetle taşıdıklarından, züppelikleri iyi bir yemeğe konmuş güzel kokulu bir baharat gibi onların kişiliğine çekici bir tat katıyordu.
İngiltere' de birlikte tarih okumuşlardı. Simge  sınıfın en çalışkanlarından biriyken Hande profesörlerinin en sevdiği öğrencilerden olmuştu. Biri titiz bir şekilde çalışır, hiçbir ayrıntıyı atlamaz, en küçük bir belgeyi bulabilmek için arşiv dairelerinin yaylı rafları arasında günlerini geçirir, diğeri ise tembelliğini yaratıcılığıyla kapatıp, o belgelerden dikkat çekici sonuçlar çıkarırdı. Birbirlerini tamamlayan iyi bir ekip oluşturduklarını daha baştan beri biliyorlardı.
Hocalıklarında da aynısı olmuştu. Öğrenciler bir belge aradıklarında, bir kaynağa ulaşmak istediklerinde Simge’ye gelirler ama Hande’yi dinlemeye bayılırlardı. Onun her yıl derslerine,
"tarih bir yalandır, çocuklar," diye başlaması ünlüydü.
"Tarihi iktidar sahipleri yazar ve bir katil gibi gerçeğin bütün ipuçlarını saklamaya uğraşırlar. Tarihçiler ise cinayeti aydınlatıp, gerçeği ortaya çıkarmakla yükümlüdürler."
Birbirlerinin başarısından hiç lekesiz bir sevinç duyarlar, kendi başarılarıymış gibi bununla övünürlerdi. Bütün yakınlıklarına karşın birbirlerine sormamaları gereken soruları sormazlar, neleri sormamaları gerektiğini de bilirlerdi. O yüzden özel hayatları konusunda bilgileri çok fazla değildi, babalarının mesleği ve kendilerine daha çocukluklarından verilen terbiye nedeniyle diğer insanlara mesafelilik gibi gözüken bir ketumiyetleri vardı. Simge , Zehra’yla Hande arasında son zamanlarda neler olduğunu, Zehra'nın neden aniden geçici bir araştırma için uzaklara gittiğini bilmiyordu, bir soru sormamış, bir açıklama da beklememişti, sadece Hande'nin üzgün olup olmadığını anlamaya çalışmış, sonunda üzgün olmadığına karar vermişti. O sıralarda Hande' in duygularını anlamak kendisi için bile o kadar kolay değildi, üzgün olmadığı doğruydu, uzun süren bir migren krizinden çıkmış biri gibiydi, duygularının henüz tam canlanamadığı, sadece ağrının dinmesinden doğan bir memnuniyetle, uykusuz gecelerin yorgunluğunun hissedildiği bir ruh halini yaşıyordu. Zehra'nın gidişinden hemen önce aralarında Hande’ye göre nedensiz yere çıkan o kavgada da söylediği gibi "ilişkinin hastalandığına, mikrop kaptığına, iyileşme ihtimalinin de çok az olduğuna" inandığından onları bir kopuşa götüreceğini düşündüğü bu uzaklaşmadan, kavgaların bitmesinden belli bir huzur ve sükunet duyuyordu.
Ama bir keresinde gene Zehra'ya söylediği, "hayatıma nasıl bir zamanda girdiysen, nasıl özel bir zamana denk geldiysen anlayamadığım bir şekilde içime fresk gibi kazındın, seni oradan çıkarmak için benim bütün varlığımı yok etmek gerekecek" sözleri de gerçekti.
Aklının bir bölümü sürekli Zehra’yı düşünmeye, ona kızmaya, onunla ilgili sorunları çözmeye uğraşmaya, onu özlemeye alışmıştı, o olmadığında ne yapacağını, onsuz bir hayatın nasıl olacağını bilmiyordu. Sadece bir eksiklik, doldurulması mümkün olmayan bir boşluk hissediyordu.

Sevmek Yeter Mi? Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin