Zehra hata Güneş adlı bölümümüz
Üstelik Melisayı kıskanmak Hande’yi kıskanmaya benzemiyordu. Hande, sevdiği, aşık olduğu, beğendiği bir kadındı,
Onun kıskanılmaya layık olduğuna inanıyordu ama Melisa beğenmediği, sevmediği, hatta kızdığı, zekasını küçümsediği, kaba bulduğu biriydi. Onu bir gün odasında sekreter kızlardan biriyle gülerken gördüğünde hissettiği kıskançlıkla tuvalete koşmuş, orada kapıyı kapatıp hıçkıra hıçkıra, “ne hale getirdim ben kendimi” diye ağlamıştı. “Ne yaptım ben kendime” demişti, “ne yaptım ben kendime?”
Bazen kendisine, dışardan, bir başkası gibi baktığında durumunun acıklılığını görüyordu ama gene de bundan kurtulmak için büyük bir çaba harcamıyordu, bütün bu duyguların, kıskançlıkların, göz yaşlarının, üzüntünün gerçek olmadığını, bu köyden çıkıp eski hayatına döndüğünde bütün bu yaşadıklarının soluk bir anıdan başka bir şey olmayacağını, bu duyguların hepsinin canlılığını yitirip yok olacağını seziyordu.
Ama Melisa’ya olan tutkusundan kurtulduğunda, kendini sürükleyip götüren bu akıntıdan çıktığında kendisini bekleyen
Acı, gerçek bir acıydı. Onun için bu aşağılanmış lığa razı oluyor, burada biraz daha oyalanması, Hande’yi iyice unutana kadar bunları çekmeyi kabul etmesi gerektiğini düşünüyordu.
Bir de daha derinlerde, varlığını asla kabul etmek istemeyeceği bir başka duygu vardı, Melisa kendisini her aşağıladığında aslında Hande’nin aşağılandığını düşünüyordu. Sevdiği kadın bir başka kadın tarafından istenmediğinde, aşağılandığında, horlandığında o kadının çekeceği acının kadınınkinden de kat kat fazla olacağını hastalıklı içgüdüleriyle seziyor,
Kendi gözünde Hande’yi iyice parçalayıp yok edecek bir zavallılığa indirgeyebilmek için kendi aşağılanmışlığının sürmesine de göz yumuyordu.
Hande bir keresinde onların ilişkisine şahit olmuştu. Bir akşamüstü Zehra onu ofisten aradığında konuşma nasılsa biraz uzamıştı, o sırada Hande telefonda o sesi duymuştu. Kadın Zehra ‘ya, “hadi, geç kalıyoruz, deminden beri seni bekliyorum gece çok işimiz var “ demişti. Zehra Kadına sinirli, tiz bir sesle
“telefonda konuşuyorum” demiş, Kadın odadan çıkınca da
“kaba kadın” diye söylenmişti, “telefonda konuştuğumu görmesine rağmen iki dakika sessiz bekleyemiyor.” Ama hemen sonra da “benim gitmem lazım” diyerek telefonu kapatmıştı.
Hande çok üzülmüştü ama bu üzüntü Zehra'nın tahmin ettiği üzüntüye pek benzemiyordu. Kızını, erkeklerin girip çıktığı , çıplak bacaklı ağır makyajlı kadınların dolaştığı barların
Arka taraflarındaki, duvar diplerine çöpler yığılmış pis kokulu karanlık bir sokakta dövüldüğünü görüp de müdahale edemeyen bir babanın üzüntüsünü andırıyordu bu.
Kıskançlık ya da aşağılanmıştık değil, sevdiği birinin düştüğü durum için hissedilen çaresizlik ve keder vardı. “Zavallı kızım” diye geçirmişti aklından, “ona neler yapıyorlar.”
Zehra , o boynu bükük, ezilmiş haliyle o sırada ona kıskanılacak bir kadın gibi gözükmemişti. Sadece, sevdiği kadına artık hiç benzemeyen bir kadını sevmeye devam ettiğinden kuşkulandı bir an, bir gün Zehra geri gelirse, gelen kadın nasıl biri olacaktı, o zeki, gururlu, hiç kimsenin karşısında eğilmeyen, gülüşleriyle ona mutluluk veren, dürüst, günahlarından bile masum çıkmayı başaran, ağladığında bir çocuk gibi ağlayan
Kadın mı yoksa duygular dünyasının arka sokaklarında hırpalanmış, horlanmış, kabalıklarla lekelenmiş bir kadın mı ... Kimi bekliyordu? Zehra‘yı kaybetmekte olduğunu, geri gelse bile gelenin başka biri olacağını ilk kez o gün düşünmüştü.
O korkunç hafta sonuna kadar günler böyle değişik duygularla, üzüntülerle, acılarla, teselli aramalarıyla geçmişti.
Neredeyse bu yeni ilişkilerine ve birbirlerinin farklı kederlerine alışmışlardı.
Yalnızca bir keresinde ikisini de şaşırtan bir olay yaşamışlardı.
Hande bir konuşmalarında “çoktandır canım Coquille Sainteda çekiyor, burada da bulunmuyor onlardan” deyince
Ece Fransa’ dan bu taraklı deniz hayvanlarından getirtmiş, aşçısına onları Hande’nin sevdiği gibi pişirtmiş, bir şişe de Hande’nin en sevdiği beyaz şaraplardan olan Chateau Dick açmıştı. Yaşlı bir manolya ağacının geniş gölgesine sığınmış terasta, beyaz manolyaların hafifçe ekşimsi uçuk kokularına karışan çim ve deniz kokusunu koklayarak birlikte öğle yemeği yerken telefon çalmıştı.
Zehra‘nın aradığını görünce Hande “izninle” deyip terastan içeri girmişti.
Zehra çıldırmış gibi “neredesin?” diye bağırıyordu. Öğlen tatilinde, o gün ofiste kalanlar barakadaki lokantada yemek yerlerken Zehra’yla Melisa, Melisa’nın arka taraftaki evine gidip, acele bir şekilde, tam da soyunmadan, uzaktan gelen çatal kaşık seslerinin cılız yankılarını duyarak sevişmişlerdi. Zehra ter içinde barakadan çıktığında kendi yaptığına şaşmıştı, onların yokluğunun rahatlıkla fark edileceğini bile bile arka taraftaki odaya gitmek, orada sevişmek ve ter içinde dışarı çıkmak aklında olan bir şey değildi, yemekten önce Melisa’nın odasında konuşurlarken gözü onun dudaklarıyla dişlerine takılmış, bir zaman onlara başka hiçbir şey görmeden bakmış, sonra da gidip sevişmek istemişti.
Kendi yaptığına kızmıştı. Kendine olan kızgınlığı hiç beklenmedik biçimde aniden kılık değiştirmişti, kendisi bir köyde böyle şeyler yapabiliyorsa Hande’nin şehirde neler yapabileceğini düşünmüş, biraz önce o küçük odada nasıl ter içinde seviştiğini hatırlamış ve Hande’nin de aynı şekilde bir yerlerde sevişmekte olduğuna inanıvermişti. Elleri soğuyup terlemişti.
Kendini kaybetmiş biçimde kayalıklara koşmuştu.
Koşarken, hayalinde biraz önceki sevişmeyle Hande’nin bir başkasıyla sevişmesi birbirine karışmıştı. Kayalıklara vardığında, o anda Hande’nin bir kadınla birlikte olduğuna emindi.
Telefonu çığlık çığlığa “neredesin?” diye bağırarak açmıştı.
– Ne yapıyorsun sen? Neredesin? Aşağılık kadın bir kadınla birliktesin değil mi?
Hande sessizce kapıyı arkasından kapayıp bahçeye inmişti.
Sakin bir sesle Zehra‘yı yatıştırmaya çalışıyordu.
- Sahilde yürüyüş yapıyorum canım.
- Yalan söylüyorsun ... Oradan geçen bir Kadınla konuştur beni...
Hande bahçeden dışarı çıkmıştı.
- Şu anda kimse yok sahilde ...
- Ben bekliyorum ... Birini bulana kadar yürü.
Hande etrafına bakarak yokuştan aşağıya doğru yürümüş, sonunda yoldan geçen bir Kadına rastlamıştı.
- Bir Kadın buldum ...
- Kadına ver telefonu.
- Deli olduğumu düşünür.
- Umurumda bile değil ne düşüneceği... Sen beni delirttin nasılsa, o da seni deli sanıversin ... Kadına ver telefonu.
Hande Kadına yaklaşmış, “affedersiniz” demişti,
- Acaba saatin kaç olduğunu arkadaşıma söyleyebilir misiniz?
Elindeki telefonu Kadına uzatmış Kadın da şaşkın şaşkın bakarak saati söylemişti.
Zehra yatışmıştı.
- Özür dilerim canım, demişti, bir an kendimi kaybettim. Hande bu ani öfkenin nedenini belli belirsiz sezmişti. Zehra’nın kıskanılacak bir şey yapmış olmasından kaynaklanan bir kıskançlık olduğunu, hala onun birisiyle yatmış olduğuna inanmadığından cinselliği hiç aklına getirmeden düşünmüştü.
O hastalıklı, hayvansı güdüleriyle, insanca duyguları arasında Zehra konusunda Hande’nin kendisinin de anlayamadığı gerçek bir çatışma vardı hep, varlıklarını sonsuz bir özgüvene borçlu
Oldukları için hep o güveni beslemek isteyen güdüleri, kendilerini yaralayan Zehra’yo derin bir kedere gömmek isterken, o
Kadınla yaşadığı mutlulukları, o kadının kırılganlığını, başkalarına karşı hep savunmaya çalıştığı çocuksuluğunu bilen, o sahneleri hatırlayan duyguları Zehra’yı özenle her acıdan korumaya çalışıyordu.
O gün Zehra‘nın yaşadığı ani kıskançlık krizi sırasında onun canını acıtması için bir kadınla birlikte olduğunu ima etmesi yeterdi ama bunu yapmamış, iştahla yediği yemeğini, kendisine merakla bakan Ece’yi bırakarak onu teselli edebilmek için sokaklarda konuşacak bir Kadın aramıştı. Hande’nin kendisi için yaptığı fedakarlığı fark eden Zehra yumuşamış, sevgiyle konuşmaya başlamıştı, onun sıcaklığı
Hande’yi de etkilemişti, uzun zamandan beri ilk kez iki sevgiliymişler gibi konuşmuşlardı.
Geri dönüp, Ece’nin onun için fırına koydurduğu yemeğine bıraktığı yerden ve daha iştahla başlayıp, içkisini her yudumun tadına vararak içerken, bu manolya gölgeli terasta Ece’nin göğüslerini göstermeden sezdiren lacivert keten bluzunun kıvrımlarına bakarak gizli bir heyecanı taşıyan sakin bir sohbete daldığında ruhunun düğümlerini çözen bir huzur hissetmişti.
Biraz önce sevgiyle konuştuğu Zehra'nın onu hayatı boyunca unutamayacağı bir acıya sürüklemek üzere olduğunu o sırada tahmin etmesi mümkün değildi.
Yeraltına doğru inen merdivenler binlerce yıldan beri oralara basan ayakların altında aşınıp parlamış, keskin uçları yuvarlaklaşmış, zeytinyağı sarısıyla küf yeşili arası bir renk alarak iyice kayganlaşmıştı. Basamakların orta kısımları çukurlaşmıştı. Kaymamak için dikkatle önlerine bakarak ağır adımlarla iniyorlardı.
Merdivenin sağ yanında bir uçurum gibi aşağılara doğru karanlıklaşan bir boşluk vardı, merdivenle birlikte helezonlar
Çizen sol yandaki kalın taş duvara açılmış küçük mazgal deliklerinden içeri tozlu, soluk bir ışık giriyordu.
İçerisi küf, çamur, paslı demir ve karbondioksit kokuyordu, merdivenin sağ yanındaki boşluktan bütün yapıyı taşıyan, çok kalın, üst üste konmuş iri dörtgen taşlardan yapılmış devasa sütunlar yükseliyordu.
Aşağılara indikçe rutubet ve serinlik artıyor , merdivenler koyulaşan bir loşluğun içinde eriyerek gittikçe daha zor seçiliyorlardı. Toprak zemine vardıklarında, sütunlarla bölünmüş geniş bir
Alanın ortasında nereden geldiği anlaşılamayan bir aydınlık gördü Zehra , yaklaşık yirmi metre yüksekliğindeki duvarların diplerinde küçük hücreler sıralanmıştı. Hiç rastlamadığı kadar uzun sütunların arasından, zaman içinde engebeli bir hal alan toprak zemindeki çukurlara dikkat ederek ortaya doğru yürüdüler, o aydınlık lekeye yaklaştılar.
- Bak, dedi Melisa.
Ortada, küçük çukurlarla minik tepelerin yarattığı bir oynaklıkla dalgalanır gibi gözüken ışıktan yuvarlak bir daire, dairenin içinde kalın Romen rakamları duruyordu. Başını yukarıya kaldırdığında metrelerce yukarıdaki bir delikten girip, kahverengi tozların arasından geçen güneş ışığını gördü.
- Bu ne? Dedi
- Güneş saati ... Söylediklerine göre Bizanslılar hazinelerini buraya saklarlarmış, bir saldırıyla karşılaştıklarında da buraya saklarlarmış ... Herhalde geçen zamanı anlayabilmek için tepeye bir güneş saati yapmışlar. Zehra o zaman rakamların arasındaki gölgeden bir çubuğu fark etti.
-Yeraltında bir güneş saati, diye mırıldandı. Pek akla gelecek bir şey değil.
Melisa, sanki bu güneş saatini kendisi yapmış gibi memnuniyetle gülümsedi.
-Onun için seni buraya getirdim ya ... Başka bir yerde bunu
Göremezsin.
- Evet, dedi Zehra . Göremem gerçekten ...
Sesinde dargın ve ilgisiz bir ton hissediliyordu. Melisa ona
Hazine odalarını, gizli bölmeleri, duvarlara açılmış küçük deliklerden girilen labirentleri gösterdi. Zehra hepsine de aynı aldırmaz gözlerle baktı.
Merdivenlerden yeniden dikkatle çıktılar. İçerisinin loşluğundan sonra dışarısının aydınlığı gözlerini kamaştırdı.
Girişi oluşturan küçük kümbetin yanında dururlarken etekleri
Yerlere kadar uzanan bol beyaz bir entari giymiş, sırtlan suratlı bir Kadın koşarak geldi, Melisa’nın elini öpmek için eğildi.
- Hoş gelmişsin Komutanım... Hiç haber vermemişsin ki hazırlık yapak.
Melisa elini hızla çekip gülümsedi.
- Nasılsın Haşim? .. Biz de geçerken uğradık, geleceğimizi bilmiyorduk.
Zehra ‘ya döndü.
- Bak, bu Haşim, buranın bekçisi...
Haşim ellerini önüne kavuşturmuş, yüzünde güven vermeyen kaygan bir gülümsemeyle yere bakarak konuşuyordu.
– Melisa Komutanımdan Allah razı olsun ... Onun sayesinde bu işi bulmuşum.
Melisa, sanki Kadın orada yokmuş gibi Zehra‘ya bilgi veriyordu.
- Haşim hapisten yeni çıktı.
Bir an Zehra’nın merakını artırmak için sustu, sonra onun tepkisini izleyerek suçunu da söyledi.
- Kız kardeşini öldürmüştü.
Zehra eline ıslak bir sürüngen dokunmuş gibi irkildi, Melisa’nın bunu beklediğini, onun için gülümsediğini anlamıştı tepkisine engel olamamıştı.
Kadına değil de Melisa’ya sordu.
- Niye öldürmüş?
Melisa Haşim’e baktı, adam başını yerden kaldırmadan açıkladı.
- Başkasına kaçıp evlenmiştir.
- Eee, evlenmiş de işte ... Bunda öldürecek ne var?
Adam, yüzünden akıp gidecekmiş gibi eğreti duran gülümsemesini hiç değiştirmiyordu.
- Kız evin namusu ... Kaçtı mı, evin namusu gider. İnsan içine çıkamazsın.
Zehra , sabahtan beri üstünde olan o ilgisiz ve dargın halinden birden sınılmıştı.
- Hiç özlemiyor musun peki öldürdüğün kardeşini? Adam ilk kez başını kaldırıp Zehra‘nın yüzüne bakmış, gülümsemesi bir yüz buruşmasına dönmüş, ıslak gözleri hafifçe gölgelenmişti.
- Özlemez misin ... O senin canın ... Canının canını almışsın... Ama ne yapacaksın, yazan böyle yazmış yazgını, o kızdır kuzudur ölecek, sen erkeksin koçsun öldüreceksin...
Zehra kızdı.
- Bu nasıl kardeşlik böyle.
- Bu, böyle bir kardeşlik bacım ... O da biliyordu kaçarken öleceğini ...
Zehra kederle konuştu.
- Öleceğini bile bile kaçtığına göre demek ki çok sevmiş ...
Nasıl kıydın ki ona?
Adam içini çekti.
-Sevmiş demek ki ... Kıydık işte ... Onu toprağa, kendimizi zindana gömdük. .. Alın yazısı ...
Melisa’nın Zehra’nın gerginleştiğini ve konuşmanın tatsız
Bir yere doğru gitme ihtimalinin belirdiğini hissedince, “hadi, biz gidelim artık” dedi. Haşim onları arabaya kadar götürdü.
Arabaya bindikten sonra Zehra yeniden o dargın ve ilgisiz haline dönmüştü. Mutsuzdu. Kendi hayatına ve kararlarına yön verebilme gücünü kaybetmekte olduğunu hissediyor, olaylarla sürükleniyor, istediklerini gerçekleştirebilmek için değil, sadece istemediklerini önleyebilmek için neredeyse irade dışı tepkilerle yaşıyordu.
Melisa’yla çıktığı bu hafta sonu yolculuğu, onun son zamanlarda yaşadıklarının acıklı bir özeti, çaresizliğinin ve yenilgisinin onu utandıran bir itirafı gibiydi. Bir acıdan kurtulmak isterken, değersiz bulduğu, küçümsediği bir başka acının içine düşmüştü. Çektiği acıya kutsallaştırılmış bir anlam yükleyemeyen herkes gibi acısından da kendisinden de uzaklaşıyor, seyrettiğinden sıkılan bir seyirci gibi kendi hayatını bunalarak izliyordu.
Bir gün önce, öğlen vakti Eda neşeli bir halde gelip,
- Bu hafta sonu herkes izinli, demişti, dinleneceğiz.
“Harika, kırk sekiz saat uyuyacağım” diyen Ayça’yı çok sevindiren bu haber Zehra’yı beklemedi kötü bir haber alan
Biri gibi şaşırttı, onu sürekli kabaran, kıskançlığa, öfkeye, kedere dönüşen duygularının ruhunu bir sel baskını gibi basmasından kurtaran tek şey hareketti, duygularından daha hızlı hareket edip, onlar kendine ulaşmadan yer değiştirmek ister gibi hareketliliğin peşine takılıp, kendinden kurtulmaya uğraşıyordu. Bu köyde kırk sekiz saat hareketsiz durmak ya da yakın şehirlerden birine gitmeyi planlayan bir grubun yanına bir sığıntı gibi ilişmek onun bir ip cambazı gibi dengede tutmaya çalıştığı ruhunu altüst ederdi.
“Melisa’ya söylerim, birlikte bir yere gideriz” diye düşündü, bütün bir hafta sonunu onunla baş başa geçirmenin çok eğlenceli olmayabileceğini bir yanı söylüyordu ama başka bir çaresi yoktu. Bunu söylemek için hemen Melisa’nın odasına gitti ama oda boştu.
O gün bütün öğleden sonra Melisa gözükmedi, Zehra sık sık odasına gidiyor, duvar diplerindeki karton kutuları, masasının üstündeki tertipli kağıtları, indirilmiş panjurları, söndürülmüş
Lambasıyla bomboş duran odaya bakıp içi sıkışarak dönüyordu.
Akşamüstü herkes neşeyle. Konuşarak, hafta sonu için programlar yaparak gruplar halinde kuş sürüleri gibi Zehra‘nın odasının önünden geçerlerken Melisa hala dönmemişti. Hafta sonunu yalnız geçirme endişesine Melisa’nın nerede olduğu, kiminle
Olduğu sorusu da ekleniyor, kıskançlık öfkeye dönüşüyor, dişlerinin arasından “aşağılık kadın” diye söyleniyordu, yalnızca
Melisa’yı kıskanıp ona öfkelenmekten utandığı, bunun kendisini
Çok zavallı gösterdiğini hissettiğinden kızgınlığı bütün erkekleri hedef alıyor, Hande’ye de öfkelenerek
“hepsi böyle bunların” diyordu, “hepsi aşağılık.” “Saliha haklı hepsi hepsi orospu”
Bu kıskançlık, bunu paylaşacak hiç kimsesi olmadığından, geniş kubbeli büyük ve boş binadaki bir ses gibi mutlak bir yalnızlığın içinde olduğundan çok daha büyük bir gürültüyle çınlıyor, kendi duygu yansımalarından kendisi etkilenerek bütün dünyanın, bütün hayatın kendine düşman olduğunu sanmasına neden oluyordu. Sığınabileceği bir dostu, bir evi, bir yakını yoktu. Onu uçurumun kenarındaki bir köyde terk
Edip gitmişlerdi. Zihni, içindeki yankılarla şaşırarak, olayların, insanların, gerçeklerin boyutlarını kavramakta, onları oldukları gibi görmekte zorlanmaya başlamıştı, her şey olduğundan daha büyük, kendisi ise olduğundan çok daha küçük ve güçsüz görünüyordu.
Öfkelenmeden üzülmeyi beceremediğinden üzüntüsü bir
Kızgınlık halinde ortaya çıkıyor, hayatında kim varsa hepsine kızıyor, bu durumundan dolayı hepsini suçluyordu. O anda kimseyi kendine dost ve yakın görmediğinden bir boşlukla kuşatılmış gibiydi, hangi yöne gideceğini, kurtuluşunun nerede olduğunu bu boşlukta seçemiyor, içine kaybolmuştuk duygusu da yerleşiyordu.
“Kimsem yok benim,” diye düşündü,
“beni seven kimse yok.”Size Hande'ye kızmak için erken davrandınız dedim sövdünüz bu saaten sonra oturun Hande’den insanlık öğrenin
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Sevmek Yeter Mi?
FanfictionSeni seviyorum beni seviyorsun peki bu biz olmaya yetecek mi Hande?