Evett beklediğimiz karakter geldi ama baklım hikayeyi nasıl değiştirecek. Bölümleri hızlı atmaya karar verdim çünkü geçen yorumlardan sonra can güvenliğim tehlikede gibi hissediyorum siz Hande'yi infaz ettikten sonra beni de harcarsınız gibi neyse keyifli okumalar benim de keyifli yazmam için okuyun le şu hikayeyi yorum attın bir şey yapın sizi seven gorbaçovunuz
Bir keşiş hücresini andıran taş odasında gözlerini açtığında ilk hissettiği kuvvetli bir kurtulma isteği oldu; bu odadan, onu bilmediği yerlere, bilmediği insanların arasına savuran bu hayattan, uykunun huzurlu vadilerini bile zapt edip o son sığınağını da bir ıstıraba çevirerek onun ruhunu kanatan bu kıskançlıktan, kederli bir keman sesi gibi rüyalarında dahi hiç
susmadan tekrarlanan "Hande şimdi ne yapıyor?" sorusundan, bu yalnızlıktan, aldatılmanın getirdiği o korkunç kişilik yıkımından, hiç dinmeyen ağlama isteğinden, bütün bunlara neden olan ve ona artık sadece acı verdiğini düşündüğü bu aşktan kurtulmak istiyordu.
Daha fazla taşıyacak gücü kalmamıştı.
Günlük konuşmalarla, şakalarla, takılmalarla, kendisini
avutacak çalışmalarla, zoraki gülüşlerle bugüne dek başka insanlardan saklamayı başardığı o derin acı, ortaya çıkabilmek
için kendine bir yol arayan büyük bir yeraltı nehri gibi yaracağı zayıf bir noktayı bulabilmek için sürekli olarak o sahte davranışların çeperlerine vuruyor, onların dayanma gücünü zayıflatıyordu. Varlığının özünü ele geçirerek oradan kanserli bir hücre gibi bütün ruhuna yayılan, kendine olan güvenini kemiren bu aşağılanmışlık duygusu artık sadece ruhunu değil, ağrılarla, kasılmalarla, seğirmelerle sarsılan bedenini de zorluyordu.
Bütün varlığını yakıp kavuran içindeki korkunç cehennemi bir süre sonra insanlardan saklayamayacağından korkmaya başlamıştı. Gücünün azaldığını hissediyordu. Bu köyün onun son durağı olduğunu, Hande' den uzaktayken de bu acıdan kurtulamazsa, insanüstü bir çabayla tutunmaya çalıştığı hayattan kopup, dibinde ne olduğunu göremediği karanlık bir yalnızlığın içine yuvarlanacağını, başta Hande olmak üzere herkesin onu orada unutacağını düşünüyordu.
Son zamanlarda, bu acıklı tutunma çabasından vazgeçip kendini karanlığa bırakmayı da aklından geçirmeye başlamıştı, yorgunluğu bu düşünceyi beslerken, bu düşünceden
dehşete düşen bir yanı da "iyileşmek" için son gücünü de kullanmasını söylüyordu. Mutluluk ümidi kalmamıştı. Masala olan inancını da yitirmişti. Artık istediği sadece rahat bir uyku, kıskançlıklarla, kuşkularla, kederli düşüncelerle parçalanmamış sıradan, huzurlu bir gündü. Karşılığında her şeyini vermeye razı olabileceği şeyin rahat bir uykuyla huzurlu bir gün olduğunu anlaması, bir uyku karşılığında vazgeçilecek kendi varlığının da kendi gözünde ne kadar değersizleştiğini ona, onu utandırarak gösteriyordu.
"Bütün bunlar senin yüzünden Hande," diye düşündü,
"bana neler yaptın, beni ne hale getirdin."
Onu kaybolmanın eşiğine getiren aşkın hemen yanında, aşkla bağlı olduğu Kadına bunların bedelini ödetme arzusu yatıyor, nefreti andıran bu arzu onun kurtulma isteğini kamçılıyordu.
Hande’nin de üzülmesini, acı çekmesini, aşağılandığını
hissetmesini istiyordu. Bu arzu sanki eski kimliğiyle arasındaki bir sınır kapısı gibiydi, o arzu tatmin olduğunda o kapı açılacak, şimdi ona uzak ve sihirli bir ülke gibi gözüken eski gücüne ve huzuruna kavuşacaktı.
Anlaşılmaz olan ise, bütün bu öfkesine, Hande’nin acı çektiğini görme isteğine rağmen onu hala tutkuyla sevmesi, onunla mutlu bir hayat sürebilecek olmayı dilemesi ve inanılması zor ama canını en çok acıtmak istediği Kadına karşı neredeyse bir annenin şefkatini duyabilmesiydi. Belki de onu böylesine çok yoran, duygularının birbirine karışmasıydı. Her seferinde,
"keşke bunlar olmasaydı," diye düşünüyordu, "bunları yaşamak zorunda kalmasaydık."
Bütün bunların gerisinde, insanın ulaşmasının tanrısal bir emirle yasaklandığı o karanlık, zihnin dumansı bir yapıya sahip olduğu belirsiz bölgede, gölgeleri bilincinin alt kısımlarına yansıyan gizemli bir şeyler kıpırdıyor, beklenmedik bir anda ani bir karara dönüşebilecek olan düşüncemsi karanlıklar uçuyordu ki onları hissetmek bile ürküntüyle karışık heyecanlı bir ürperti veriyordu ona. Ama oralara dokunmamak, onları merak etmemek gerektiğini seziyordu. Zihninin ona gönderdiği sinyaller şimdilik sadece, kendisini şaşırtmaya hazır olmasını söylüyorlardı. O dumansı bölgedeki karanlıkların hayatın işaretleri olabileceğini umuyordu ve bu umut ona heyecan verdiği kadar anlaşılmaz bir biçimde üzüntü de veriyordu.
Saatine baktı , altıyı geçiyordu.
Vücudunun her bir parçasını ayrı bir yerden toplayıp birbirine eklermiş gibi zorlukla, ağrılarla baş etmeye çalışarak kalktı. Dar, siyah bir tişört, dizlerinin altında biten sımsıkı bir siyah tayt, yumuşak tabanlı koşu ayakkabılarını giydi. Aynada kendine baktı, gözlerinin altı uykusuzluktan ve yorgunluktan biraz harelenmişti ama vücudu siyah bir jaguar gibi esnek ve diri gözüküyordu. En kederli anında bile kendi vücudunu beğendiğinde ancak bir kadının gülümseyebileceği gibi gülümsedi. Aşağı kata inip, yeni konduğu anlaşılan portatif bir duşun bulunduğu banyoda yüzünü soğuk suyla yıkadı, yeniden yukarı çıkıp önce yüzüne nemlendirici sürdükten sonra hafif bir makyajla gözlerinin altındaki morumsu halkaları kapattı.
Bir kere daha kendine baktı. Uykudan yeni kalkmış, dinlenmiş, tazelenmiş bir hali vardı. Davranışlarıyla olduğu kadar görüntüsüyle de insanları kandırmaya hazır olduğuna karar verdi.
İnsan ruhunun o tuhaf kandırmacalarından biri daha gerçekleşti ve aynaya yansıyan o çevik güzellik başkalarından önce Zehra'yı kandırdı, merdivenlerden inerken her adımda biraz daha esnek ve biraz daha güçlü olduğunu hissediyordu.
Evden çıktığında, onun daha biraz önce kederle yıkılmakta olan bir kadın olduğunu anlamaya imkan kalmamıştı.
Karakolla evin arasında, uçurumun tam kenarında Melisa duruyordu, ayaklarını yere vurmasından sabırsızlanmaya başladığı anlaşılıyordu. Gene yayvan yakalı yeşil bir fanile giyip, tabancasını takmıştı.
- Geldin mi, dedi Zehra’yı görünce.
- Evet...
- Doğrusu ya gelmeyeceğini düşünmüştüm.
Sonra lafı uzatmadan, "hadi gidelim" deyip koşmaya başladı. Sanki gelerek kendisini hayal kırıklığına uğratmasına
kızmış gibi gereksiz bir süratle koşuyor, köyün engebeli yollarından şaşırtıcı bir rahatlıkla, hiç tökezlemeden geçiyordu.
Zehra , onun kendisini pişman etmek için böylesine hızla koştuğunu, yolun bir yerinde "ben yoruldum" demesini beklediğini hatta bunu istediğini hissetmişti. Bu davranışta, askeri bir hastalığın, çok bilmiş gördüğü insanların kendi dünyalarına böyle fütursuzca ve güvenle girmelerine duydukları kızgınlığın, güçlerinin tartışılmazlığını kanıtlama isteğinin işaretlerini görüyordu. Bir yandan temposunu Melisa’nın temposuna uydururken bir
yandan da içinden "deli bu askerlerin hepsi" diye düşünüyordu ama ölse bile geride kalmayacağına, Melisa’ya "yoruldun mu" deme zevkini tattırmayacağına daha güçlü bir şekilde karar veriyordu.
Köyden çıkarken, ilk geldiğinde rastladığı mor saçlı yaşlı kadının bahçesinin önünde durduğunu gördü, kadının yanından geçerken "günaydın" diye bağırdı. Kadın hiçbir şey söylemeden ifadesiz bir yüzle baktı ona. Köyden uzaklaşırlarken dönüp geriye bir göz attığında kadın hala arkalarından bakıyordu.
Dağlara doğru koşuyorlardı, güneş görünmüş, kekik kokan tepeler kahverengi gölgeli serin bir kızıllıkla uyanmaya başlamıştı, dar patikalardaki taşlar ayaklarının altında yuvarlanıyordu, Zehra baldırlarının sızlamaya başladığını... fak edi yordu ama bir yandan da bedeninin koştukça canlandığını hissediyordu. Ona spor her zaman iyi gelmiş, bedenine olan güveni arttıkça ruhuna olan güveni de artmıştı. Spora yatkın güçlü bir bedeni vardı, lisedeki voleybolculuk döneminde yaptığı antrenmanların faydasını hala görür, vücudu ilk zorlanmalardan sonra kendini çabuk toplardı. Solukları sıkışıyordu ama tecrübesiyle bir zaman sonra nabzının ve soluklarının düzeleceğini, adalelerinin ilk katılıklarından kurtulup gevşeyeceğini, kalbinin gerekli ritmi yakalayıp kaslarına bol miktarda kan göndereceğini, ciğerlerinin genişleyeceğini biliyordu
Arada bir tek başına bir kayalığın dibinde büyümüş yabani bir incir ağacının yanından geçiyorlar, olgunlaşmamış küçük, yeşil meyvelerin içindeki acı sütün ılık kokusunu duyuyorlardı. Melisa arkasına bakmadan koşuyordu ama nefes seslerini dinleyerek hemen yanı başında koşan Zehra’nın durumunu
kontrol ettiği de anlaşılıyordu. Bir süre sonra Zehra’nın pes etmeyeceğini, koşmayı bırakmayacağını,
"ben yoruldum" demeyeceğini kestirip temposunu biraz düşürdü. Zehra’nın ilk isteği onun yanından geçip gitmek oldu ama bedeninin henüz buna hazır olmadığını hissederek minnettarlıkla o da yavaşladı.
Tepeye vardıklarında Melisa kavruk bir ağacın altında
durdu.
- Bir dakika ovaya bakma molası, dedi. Her sabah burada durur ovaya bakarım.
Buradan sabahın o saatinde bakıldığında, yükselmekte olan güneşin dağ yamaçlarına çarparak yansıyan ışıklarının altında ova mavimsi bir yeşillikle pembenin birbirine karıştığı bir buğunun altında neredeyse kadınsı bir yumuşaklığa sahip gözüküyordu. Daha önce böylesine geniş bir arazide böylesine bir renk alacası görmemiş olan Zehra ağacın ince kabuklu gövdesine yaslanıp ovaya baktı.
- Her sabah böyle mi gözüküyor?
- Bu mevsimde evet...
- Başka mevsimlerde de bulundun mu sen burada?
- Evet.
Melisa, onun başka soru sormasına fırsat vermeden "hadi" diyerek yeniden koşmaya başladı, şimdi aşağıya doğru koşuyorlardı, geniş bir ovaya doğru bir tepeden koşmak Zehra 'ya uçacakmış duygusu veriyor, onu canlandırıp coşturuyordu. Vücudunu tümüyle serbest bırakarak koşuyor, ayaklan yerden kesilecekmiş gibi oluyor, içinden bir enerji dalgasının kabardığını hissediyordu. Önünde boş su şişelerinin bulunduğu bir mağaranın önünden geçip bir kayanın yanından sola dönünce bütün köy, köyün altındaki uçurum ve ova açılıverdi önlerinde, bu öylesine beklenmedik bir görüntüydü ki Zehra bir an durakladı
sonra kendini aşağıya doğru bıraktı, rüzgar kulaklarında uğulduyor, yüzü yanıyor, havalanıyormuş duygusuna kapılıyordu, damarlarında süratlenen kanı içini yıkıyormuş, onu temizleyip geçmişinden arındırıyormuş gibi bir yenilik ve arınma hissediyor, yeni bir hayata, yeni bir kimliğe ulaşacakmış gibi dağdan aşağıya doğru gittikçe hızlanıyordu. Bir taşa takılıp düşebileceği, bir yerini sakatlayabileceği aklına bile gelmiyordu, aslında o anda aklında hiçbir şey yoktu, sadece yüzünü gittikçe daha çok yakan, karnına, göğüslerinin altına, alnına, saçlarına çarpan rüzgarı hissediyordu. Onun çılgınca kendini bırakışına dehşetle bakan Melisa arkada kalmıştı. Köyün içinden de aynı süratle geçti, evin önünde nefes nefese,
kollarını kamında toplayarak iki büklüm durdu. Kalbinin çarpışını bütün bedeninde duyuyor, damarlarına çarpan kanı kulaklarında zonkluyordu. Gülerek doğrulduğunda Melisa geldi.
- İyi koşuyorsun, dedi.
- Söylemiştim.
- Ama böyle koşarsan bir yerini sakatlarsın.
- Sen de sakatlanmaktan bu kadar korkarsan öyle koşamazsın.... Yarın koşacak mıyız gene?
- Tabii.
İkisi de ter içindeydi, tişörtleri sırılsıklam yapışmıştı gövdelerine, nefes nefese konuşuyorlar, iki hayvan gibi birbirlerinin sıcaklığını ve kokusunu hissediyorlardı.
Karşılaştıklarından bu yana ilk kez gülümsedi Melisa, yüzü kayboldu birden, Zehra sadece onun dudaklarını, düzgün dişlerini gördü.
- Unutma, burada ayağı kırılan kadınları vuruyorlar.
- Ayağı kırılmayanları da vuruyorlar, dedi Zehra .Onlar konuşurlarken etraf kalabalıklaşmaya başlamıştı,
uykulu gözlerle kahvaltı etmek için barakaya gidenler birbirleriyle selamlaşıyorlar, ayaküstü konuşuyorlardı, Zehra’nın daha önce görmediği insanlar da vardı aralarında.
Ebrar yanlarına geldi, ikisine birden baktı.
- Ne bu haliniz?
Zehra , anlayamadığı bir tedirginlik ve utanma hissetti, telaşla,
"sabah koşusu yaptık," dedi.
- İkiniz mi?
Zehra’nın sesi bu sefer sinirli çıktı.
- Evet.
- Yarın da koşacak mısınız?
Zehra , Melisa’ya baktı, o sakin bir şekilde onları dinliyordu.
- Evet, dedi.
- Ben de geleyim o zaman yarın sabah sizinle.
- Olur.
- Kahvaltıya geliyor musunuz? dedi Ebrar.
Gidip çabucak bir duş alayım, geliyorum, dedi Zehra . Eve doğru yürürken dün geceden beri sormak istediği soru aklına geldi, dönüp baktığında Ebrar Melisa’yla konuşuyordu.
Kendisini de rahatsız eden gergin bir sesle "Ebrar", dedi.
- Efendim?
- Dün gece niye elektrikler yoktu biliyor musun?
- Köyde elektrik yok, hala bağlamadılar. Sadece karakolun ve barakaların jeneratörü var.
Zehra , sıkıntıyla yüzünü buruşturup, "anladım" dedi.
Hızlı adımlarla eve gitti, yukardan havlusunu alıp duşun altına girdi, suların altında garip bir memnuniyetle, nedenini tam kavrayamadığı bir kızgınlık hissettiğini fark etti. Koştuğu için, koşarken hissettikleri için memnun olduğunu biliyordu, kendisini neyin kızdırdığını düşününce Ebrar’a kızdığını anladı ama bunun nedenini bile düşünmek istemedi. Giyindikten sonra önceki sabahtan daha özenli makyaj yaptı. Evden hızlı adımlarla çıktı, barakalara doğru yürürken Ayça’ya rastladı, yanında on bir on iki yaşlarında, kocaman gözlü, dimdik siyah saçları olan, ciddi yüzlü bir kız olduğunu gördü.
Ayça , "Bu Elif " dedi, "birlikte kahvaltı edeceğiz, hadi, sen de gel."
Uğultulu yemek odasına girip bir masaya oturdular, kahvaltılarını ederlerken Zehra , "nerede oturuyorsun Elif ?" dedi.
Onun yerine Ayça cevap verdi.
- Köyün girişindeki evde oturuyorlar.
- Ha, dedi Zehra , orada bir yaşlı kadın gördüm, sabah selam verdim ama cevap vermedi
Zehra ' da saçlarını karıştırmak isteği uyandıran Elif ciddi bir yüzle baktı.
- O konuşmaz, dedi.
- Niye?
- Onun iki oğlunu dağda vurmuşlar ... Bir oğlunu da ensesinden vurup aşağıdaki derenin kenarına atmışlar ... Ondan sonra o bir daha konuşmamış.
Zehra gerçek bir üzüntü hissetti.
- Senin ninen mi o?
- Annemdir.
Zehra şaşırdı.
- Vurulanlar?
- Ağabeylerimdir ...
Zehra’nın kaşları çatıldı, gözleri açıldı, çocuğun sükûneti karşısında derin bir acı hissederek Elif 'e baktı. Elif , onun üzüldüğünü görünce, Zehra’ yı daha sonra bölgedeki birçok insanda gördüğünde çok şaşırtacak olan o feodal terbiyeyle büyüyen herkes gibi, kendi acısıyla onu üzdüğü için utandı. Onu teselli edebilmek için büyük bir Kadın ciddiyetiyle konuştu.
- Kuzu kesimliktir.
Zehra somurtuk yüzlü bu güzel kız çocuğunun ne demek istediğini anlamadığı için Ayça 'ya baktı. Ayça Elif 'e anlamadığı bir dilde bir şeyler söyledi, o da aynı ciddiyetle ona bir şeyler anlattı.
Ayça Zehra 'ya döndü.
- Bu bir atasözüymüş, dedi. Sarınım, yöre hakkının ölmek için doğduğunu ya da bir savaşta ölmesi gerektiğini söylüyor. Bu civardaki herkes ölmesi gerektiğini bilir gibi bir anlamı var.
Zehra , yaşlı birinin, ağabeylerinin ölümünden sonra çocuğu teselli etmek için bu atasözünü ona söylediğini, onun da bunu ezberlediğini ve aynı onun gibi söylediğini tahmin etti, bunu söylerken sadece karşısındakini değil kendisini de teselli ediyor, acı karşısında böyle dik durabildiği için gururlanıyordu. Kimsenin onun üzüldüğünü görmesine izin vermeyeceğini, bunun utanç verici olduğuna inandığı anlaşılıyordu. Zehra kızın yüzündeki öfkeli gururu görüyordu ve bu onu daha da üzüyordu.
Elif’in eline o güne dek belki de hiç hissetmediği annece bir sevgiyle dokundu.
- Sen de kuzu musun?
Elif usulca elini geri çekti.
- buradakiler öyledir.
Zehra , hiç bilmediği bir sevgi türü olduğunu içinde kabaran, Elif 'ya sarılma, onu kucaklama, göğsüne bastırma isteği uyandıran duyguyla fark etti, daha biraz önce tanıdığı bu
koca gözlü, "kuzu kesimliktir" diyen kıza bütün hayatını adayabileceğini, ona iyi bir gelecek sağlayabilmek için bütün varlığıyla uğraşabileceğini hissediyordu. Acılarla yolu
kesilmiş, kendini savunma çabalarıyla berraklığı kirlenmiş,
büyüdükçe zayıflayan egonun endişeleriyle biçim değiştirmek zorunda kalmış olan o hesapsız sevgiye her insan gibi bünyesinin duyduğu ihtiyaç, kelimelerin çok ötesine geçen kimsesizliğini ve kederini o ciddi suratının ardına gömen oğlan karşısında, ilk yağmurla birlikte açıveren çiçekler gibi patlamıştı.
"Onu alıp hemen buradan gitsem" diye düşündü,
"onunla bir hayat kursam." Eğer çocuğun bütün ölümleri ardında bırakıp kendisiyle gelmeye razı olacağını bilse bunu o anda yapardı ama ne çocuğun kendisiyle geleceğini, ne de o mor saçlı yaşlı kadını vurulmuş üç evlattan sonra elinde kalan sonuncusundan mahrum etmeye vicdanının el vereceğini biliyordu. "Duyduğum her sevgi çaresiz" diye geçirdi içinden,
"bu da bir kader işte."
- Sana bir çay daha getireyim mi? dedi Elif 'e.
Sesindeki sevgi dolu titreyişe kendi de şaşmıştı.
- Sağ ol, istemem ... Doymuşum.
Kız ayağa kalktı.
- Ben gidiyorum.
Zehra neredeyse içgüdüsel bir hareketle kızın kazağının kolunu tuttu.
- Akşam gene gelir misin? Konuşuruz biraz.
Kız, kendisine kur yapılıyormuş gibi gurur ve zevkle baktı Zehra’ya. Zehra gülmemek için dudaklarını ısırdı. - Olur.
- Akşam görüşürüz o zaman.
- Olur.
Elif kapıya doğru yürürken Zehra , gözlerinde oluşan nemli bir buğunun bulanıklaştırdığı o küçük vücudun arkasından seslendi.
- Sen kuzu olma, olur mu?
Elif döndü, ona baktı, bir şey düşünür gibiydi, sonra hiçbir şey söylemeden yürüyüp odadan çıktı. İnce ensesi, iğde çekirdeği gibi dimdik tuttuğu küçük bedeniyle çok yalnız gözüktü Zehra 'ya, yaşadığı sürece acısını kimseye anlatmayacağını, daha o yaşta acısını kendisinin bile bir daha açamayacağı bir yere kilitlediğini, söylenmeyen bu acıyla gurur duyacağını, hayatını belki de bu acıya adayacağını ve bir yanının vurulmuş ağabeylerinin yanında hep bu hayattan uzak kalacağını düşündü.
Bunları düşünürken Ayça 'ya nasıl baktıysa, genç kız tanıştıklarından beri ilk kez ona şefkatle dokundu.
- Buraları böyle, dedi. Buraları böyle ...
Zehra çatalıyla tabağındaki zeytinleri iterken birden ayağa kalktı.
- Benim bir telefon etmem lazım, dedi, Eda’ya söyle on dakika sonra jipin yanında buluşalım.
Saat henüz sekiz olmamıştı, bu saatte Hande'nin uyuduğunu biliyordu ama birdenbire yeni bir hayatın içine doğru kaydığını, Hande’nin bilmediği yeni insanlarla tanıştığını, farklı hayatlar yaşamanın onların arasında yavaş yavaş bir uzaklık yaratacağını düşünmüş, Elif 'inki de dahil gördüğü her yeni yüzün, duyduğu her yeni sesin onları birbirinden biraz daha ayıracağından korkmuştu. Telaşlı adımlarla kayalıkların
oraya gitti. Ellerinin hafifçe titrediğini fark ederek numaralarını çevirdi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Sevmek Yeter Mi?
FanfictionSeni seviyorum beni seviyorsun peki bu biz olmaya yetecek mi Hande?