İnsanoğlu her daim esirdi; kimi zaman hayallerinin, kimi zaman hayatlarının, kimi zaman da başka insanların zindanlarının esiriydi.
Her birimizin diline pelesenk olmuş o özgürlük naraları ise o zindanların parmaklıklarına takılı en sağlam kilitti.
Varlığını bilip de ulaşamamak... İşte insan o raddede her şeyden, herkesten vazgeçmek istiyordu. En çok da kendinden...
Sonra biri çıkıp geliyordu ve o uğruna çığlıklar kopardığın özgürlüğünü sana incitmeden sunuyordu. Adeta 'Sen al bunu, korkma ben nöbetini tutarım' diyordu. Hatta yeri geliyor, başkalarının ğzerine kapattığı kafesin kapısını, kendi canı yanacak olmasına rağmen sana sonuna kadar aralıyordu.
Cüneyd benim için o kafesin kapısını aralamış, ben çıktıktan sonra ise kendini içeriye hapsetmişti. O an anlamıştım ki hiçbir şey karşılıksız değildi. Hele ki özgürlük... O bedeli en ağır olandı; çğnkü biri hür kaldı mı, kendine başka bir esir, başka bir kurban arardı.
Saatlerdir kapatıldığım bu odada, dışarıdan yükselen hengamenin seslerini dinliyordum. Elimden başka bir şey gelmiyordu. Dövünmelerim, ağlamalarım, bağırışlarım, kapıyı yumruklamalarım... Bütün çabalarım sonuçsuz kalmış, gözyaşlarım ise yüzümde çoktan kurumuştu.
Ne bir gelen vardı, ne de bir giden. Oturup beklemekten, dua etmekten başka eliöden gelen hiçbir şey yoktu.
Dergahta neler oluyordu? Bizi neden kaçırdılar? Kızlar daha çok küçüktü, çok korkmuş muydular? Peki ya Cüneyd? Ona ne olmuştu. Hâli hâl değildi. Kapıda gördüğüm andaki hâli gözümün önünden gitmiyordu.
Sanki yine kriz geçirmiş gibiydi ama, bu sefer ki hepsinden de beter görünüyordu. Bakışları o kadar farklıydı ki, sanki bakıyordu ama görmüyordu.
Allah'ım sen ona yardım et. Amin.
Zaman ilerliyor, hava yavaştan kararıyordu.
Annemler şimdiye izimizi bulmuş olmalılardı. Ortalıktan kaybolduğumuz an bakacakları ilk yerdi dergah. Neden hâlâ gelmemişlerdi?
Herkesin üstün gördüğü aklım sanki çalışmayı unutmuş, olduğu yerde sayıyordu.
Yine çaresizce demir parmaklıklarla kaplanmış pencereye doğru yaklaştım. Akşam vakti girmek üzereydi. Daha önce yaptığım gibi yine duvara yaklaştım ve teyemmüm aldım. Çünkü bu zalimler namazımı eda edeceğim bir avuç abdest suyunu bile çok görmüşlerdi bana.
Vaktin girmesiyle namazımı eda ettim. Kapıya yaklaşan adım sesleri duyduğumda tedirgin bir şekilde kalkıp üzerimi düzelttim ve açılacaka kapıyı bekledim.
"Zeynep? Zeyneo neredesin?" bu ses... Feyza?
"Buradayım Feyza abla." bağırdım.
"Sessiz ol Zeynep, seni buradan çıkaracağım." benim aksime o olabildiğince kısık sesle konuşuyordu. Bir süre anahtarların kapıya denenme sesi geldi daha sonra, kapı hafif bir gıcırtıyla açıldı.
Karşımda gördüğüm Feyza, asla görmeyi beklemediğim bir durumdaydı. Çünkü uğruna Allah'ın hükümlerini hiçe sayıp, büyü yapmaya kalkıştığı adamla nişanlarının ertesi günü, ağlamaktan yüzü gözü şiş bir haldeydi. Şu an mutluluktan ayaklarının yere basmaması gerekmiyor muydu?
"Cüneyd..." der demez yine gözleri doldu. O an aklımdan binlerce düşünce geçti ama en korkuncu; ya ben de bir gün annem gibi kendimi bir damın tepesinden atarsam dediği anın gözümde canlanmasıydı.
"Ne oldu Cüneyd'e? İyi mi? Biri mi bir şey yaptı? Yoksa o mu kendine..." onlarca soruyu sorabilecekken dilimin varmadığı o soru, bütün yolları tıkamıştı.
Saatler önce kuruyan gözyaşlarım yeniden göz pınarlarımı doldurmuştu bile.
"Önce buradan çıkalım, anlatacağım her şeyi. " dediğinde hızla kafamı sallayıp, Feyza'nın peşinden odadan çıktım.
Koridorda ilerlerken daha önce içerisini görmediğim bi kapının önünde durduk. Hızla kapıyı açıp içeriye girdik. Feyza kapıyı kapatır kapatmaz, içinde bir sürü anahtarın olduğu demir halkayı cebinden çıkarıp, bir anahtarı aramaya başladı. Aradığını bulduğu anda kapıyı kilitleyip, yine önüme geçti.
Bulunduğumuz odaya göz ucuyla baktığımda, depo gibi bir yer olduğunu gördüm. Boş kitaplıklar, rahleler, sıralar... Bir sürü ıvır zıvır vardı.
Feyza kitaplıkların arasında ilerleyip, duvarın alt kısmında kalan ahşap işlemeyi yerinden oynattığında hayretle bakakaldım.
"Burası ne?" hayret dolu sorum karşısında geçidi iyice aralamaya çalışarak bana baktı.
"Babam acil durumlar için yaptırmıştı, ne olur ne olmaz diye. İyi ki de yaptırmış. İçerdeki mel'unlar burayı bilmezler." diyerek geçmem için başıyla işaret verdi.
Araladığı kadar olan yerden eğilerek hızla içeriye doğru kıvrıldım. Feyza da arkamdan gelip, geçidin kapısını kapattı. İçerisi tamamen zifiri karanlık olduğunda duraksadım.
"Durma, devam et. Geçidin sonu dergahın dışında. Oraya kadar hızla gitmemiz lazım.
İki büklüm durduğum için ağrıyan belimi umursamadan hızla ilerledim.
Nihayet sona geldiğimizde Feyza yine öne geçip kapıyı araladı. Açtığı kapıdan ikimiz da çıkınca. Tekrar kapattık.
Bulundupumuz yere baktığımda burası dergahın arka kısmıydı, ve diğer tarafa göre biraz daha izbe bir izlenimi vardı.
"Şimdi nereye gideceğiz?"
"Babam daha önce fanilerden birine bir ev tahsis etmiş, fakat o fani şu an memlekette. Ev vakıf malı olduğu için anahtarları burada bırakmış. Şimdilik oaraya gideceğiz. Babamın dediğine göre bizi orada aramak akıllarına gelmezmiş." yaptığı açıklamaya yine başımı sallamakla yetinmiştim. Yoöa koyulduğumuzda daha fazla kendimi tutamamayacağımın farkındaydım.
"Artık anlatsan mı, neler oldu?"
"Şimdi değil, eve gidince bütün suallerini cevaplayacağım söz. Ama şimdi değil Zeynep."
"Bri tek bir soruma cevap ver, o iyi mi?" kimden bahsettiğimi elbette ki biliyordu. Derin bir nefes verdi, pes edermişçesine. Ve yüzüne yine o yıkılmış ifade çöktü. Bu hali ise sabahtan beri sıkılan içimi, daha beter hale getiriyordu.
"Bilmiyorum, bilmiyoruz." demekle yetindi. Ben ise kötü bir haberin olmamayılı umuduna tutunmuş, bırakmak istemiyordum.
Nihayet dediği eve geldiğimizde, uzaktan evin camlarında ışığa dair bir şey gözükmezken, yaklaştıkça kalın perdelerin altından cılız ışıklar sızıyordu.
Feyza evin kapısını çaldığında Hasna hanımanne kapıyı aralayarak açtı ve bizi hızla içeriye alıp, arkamızdan sokağı kolaçan ettikten sonra kapıyı kapattı.
"Hadi kızlar yukarıya çıkın." talimatın auyarak merdivenlerden yukarıya tırmandık.
Girdiğimiz odada Sadi Hüdayi efendi, mum ışığında sedirin üzerinde oturmuş. Düşünceyle sakalını sıvazlıyordu.
"Hoca efendi, neler oluyor? Ben hiçbir şey anlamadım."
"Gel Zeynep kızım, otur şöyle." deyip karşısındaki koltuğu gösterdi. Usulca koltuğun kenarına çöküp bakışlarımı yüzüne diktim.
Said Hüdayi efendi olan biteni anlattığında, kanım çekilir gibi olmuştu. Annem atılan iftira, babamın kolu, Cüneyd'in öz babası tarafından uğradığı zulüm...
Allah'ım sen yardım et.
"Yanisi Zeynep kızım, Cüneyd'i hiçbir yerde bulamıyoruz."
"Su kemerlerine baktınız mı? Hani annesinin şey..." dilime bir türlü gelmiyordu şu kelime. Sanki sadece yapması değil, söylemesi bile Allah tarafından yasaklanmıştı bana.
"Baktık tabi. Lakin cübbesinden başka bir şey bulamadık."
Düşündüm. Cüneyd gibi çok okuyan bir adam cübbesini bir yerde bırakıp gidiyorsa, bu iki anlama gelir. Ya ruhu o cübbeye sığmayacak kadar genişlemiştir, ya da o cübbeyi taşıyamayacak kadar silinmiş, hiç olmuştur.
Hiç olmak! Tabi ya.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
İki Balık
FanfictionKızıl Goncalar 2. sezondan itibaren, özellikle cünzey içerikli yazılacaktır.