Mektubun içine daldım yeniden. Sayfalarındaki toz kokusunu özlemiştim... Rüya kaldığı yerden devam ediyordu ve beni sırada neyin beklediğini merak ediyordum.
Yaşadığım bütün mucizeler birer birer gözlerimin önünden geçti. Artık hayatıma bir şekil vermek istiyordum. Oturup hayatımın bundan sonrasını planlamak istiyordum. Sanırım mektupta bununla ilgili de bir şeyler vardı. Kendimi bir anda mektubunun sayfalarının içinde kaybolmuş bir şekilde buldum sonra...
"Sahip olduğun şeylerin ne kadar değerli olduğunu anlamış olmalısın. Artık bundan sonra, önünde iki seçim olacak: Gerçekten yaşamayı ya da, çaresizlik içinde yok olmayı seçebilirsin.
Hayat seçimlerden ibarettir. Yaptığın seçimlere dikkat et, çünkü yaşamının geri kalan kısmında onlarla yola devam edeceksin.
Tekrar gözlerini kapatmanı istiyorum senden..."
...ve kapattım gözlerimi yeniden...
Kendimi masmavi bir gölün kenarında buldum bu defa. Üzerimde eskimiş kıyafetlerim vardı. Gölün etrafında dolaştım kısa bir süre... Sonra uzaklardan yürüyerek bana doğru birinin yaklaştığını fark ettim. Yüzü belirginleştikçe, onu daha önce gördüğüm birisine benzetmeye başladım. İyice yaklaştı yanıma. Bu, bana yıllar önce o mektubu getiren postacıydı. Yıllar mı geçmişti üzerinden? Yoksa bugün mü olmuştu bütün bunlar? Bir kelebeğe dönüştükten sonra, yaşadığım saniyeler, uzun yıllar gibi gelmeye başlamıştı bana.
"Günaydın" dedi yine. Yıllar önce de bir akşamüstü evime gelmiş ve bana "Günaydın" demişti.
"Neden söz ediyorsun?" dedim. "Neredeyse akşam olmak üzere. Seni ilk gördüğüm zaman da bana "Günaydın" demiştin. Oysaki senin geldiğin vakitte akşam olmak üzereydi. Kimsin sen? Beni nereden tanıyorsun?"
Gözlerimin içine doğru, dikkatle bakıyordu. Bakışlarında masum bir ifade vardı. Biraz yorgun görünüyordu.
"Adım Yusuf" dedi. "Seninle uzun zaman önce tanışmıştık. Ama görüşmeyeli epey zaman oldu."
"Yusuf mu?" dedim hayretle. "Nerede tanışmıştık?"
"Beni ziyaret etmeye gelmiştin" dedi. "O zamanlar ayakkabı tamirciliği yapıyordum. Birlikte Miralay İbrahim beyin mezarına gitmiştik, hatırladın mı?"
Bu mümkün değildi! Karşımda otuz yaşlarında bir adam duruyordu. Yusuf amca ise, seksen yaşını çoktan geçmiş olmalıydı.
"Ama" dedim. "Sen o mektubu getirdiğin gün, ben Yusuf amcayı ziyarete gitmiştim. Nasıl olur da, ikiniz de aynı kişi olursunuz?" Bütün bunları anlamıyordum.
"Düşünce için zaman ve mekânın bir önemi yoktur evlat" dedi. "Düşünce her yerdedir ve her şekilde karşına çıkabilir. Gerçeğin kendisi, gerçek değildir. Onu gerçek yapan şey düşüncedir.
Sana bir sır vermek istiyorum: eğer gerçeği keşfetmek istiyorsan, gerçeği unutmalısın. Zihninin kapılarını, gerçek olan her şeye kapatmalısın. Ancak bu şekilde aradığını bulabilirsin.
Akşamüzeri evine gelip sana "Günaydın" dememi anlamamış olabilirsin. Yıllardır güneşin doğuşunu izlemedin sen. Sana ne zaman "Günaydın" demeliydim? Gün ne zaman başlayacaktı senin için? Ne zaman karanlığın içinden sıyrılıp aydınlığa çıkacaktın?
İsimlere ve etiketlere aldırış etme. Bütün bunlar kocaman bir yalandan ibarettir. Gerçeği ancak düşünce gerçek yapar. Sen inanmadığın sürece hiçbir şey gerçek olamaz. İnandığın şeylere dikkat et. Çünkü onlar gerçektir. Karşına ne zaman ve neden çıktığımı da düşünme. Sadece bir yerlerde karşılaştık. Bunun nasıl, ne zaman ve nerede olduğu önemli mi? Tek bir gerçek var; karşılaştık. Paylaşacak şeylerimiz vardı ve şimdi de birlikteyiz. Eğer nedenlere odaklanırsan, nasılları göremezsin. Şimdi zihnindeki bütün perdeleri kaldır ve sadece burada ol.
Eğer beni bir yıl boyunca görmezsen ve ben de bu bir yıl boyunca sakallarımı hiç kesmezsem, beni bir yıl sonra gördüğünde, farklı biri sanabilirsin. Değişen nedir? Sakallarım mı? Zaman mı? Hayır dostum, değişen sadece senin verdiğin anlam. Ben aynı kişiyim, her şey aynı. Ama sadece senin verdiğin anlam farklı...
Peki, ya hayat? Hayatı nasıl görüyorsun? Onun da benim gibi sadece sakallarını mı görüyorsun? Hayatın nasıl olduğunu ya da nasıl olmadığını merak etme. Hayat var ve devam ediyor. Asıl büyük soru şu: Sen hayatı nasıl görüyorsun?"
Söylediklerinden sonra, artık ona soracak fazla bir şey bulamıyordum. Sadece dediğini yaptım ve kabullendim. Çünkü söyledikleri beni yüreklendiriyordu. Nedendir bilmiyorum, onu kendime çok yakın hissediyordum. Ama yine de nerede olduğumu ve nereye gitmekte olduğumu anlayamamıştım. Bunu da kabullendim ve sadece yaşadım. Olduğum yerde mutlu olabilmeye çalıştım.
"Sana Miralay İbrahim'in yerini tarif etmek istiyorum" dedi. "Onun da sana söyleyecek çok önemli şeyleri var ve şu anda senin gelmeni bekliyor"
"Miralay ölmemiş miydi?" dedim. Sonra duraksadım ve karşımda duran adamın bile, mezarını ziyaretine gittiğimi hatırladım.
Miralay hakkında bazı sorular sordum ona. Bütün sorularımı geçiştirerek cevapladı. Söylediklerinden, onu çok da iyi tanımadığını hissettim.
Bana Miralay'ın nerede olduğunu tarif etti. Yüksek bir kayalıktan bahsediyordu. Kayalığın tepesindeki büyük bir mağarada yaşıyordu Miralay. Verdiği tarife göre onu bulmanın çok zor olduğunu söyledim. "Eğer yüreğinle ararsan, aradığın her şeyi bulmak kolaydır" diye cevapladı.
Yüreğimle aramanın ne demek olduğunu öğrenmiştim. Bir şeyi yüreğinle aramak demek, bulacağına dair hiçbir şüphe taşımamak demekti. Sadece bulacağına inanmak anlamına geliyordu. Bunun da ötesinde, aradığın şeyi çoktan bulmuş olduğunu düşünmek ve ona sahip olduğuna inanmak demekti.
Bir şeyi olmadığı yerde aramanın, saçma olduğunu da öğrenmiştim. Yüreğimin sesini dinlediğimde, aradığım her şey karşıma çıkıyordu. Şimdi Miralay'ı ararken de yüreğimin sesini dinleyecektim. Gizemli mektup arkadaşımı çoktan bulmuş olduğumu, onun sohbet ediyor olduğumu düşünecektim. Ben de bunu yaptım. İçimde onu görmeye dair büyük bir arzu belirdi ve Yusuf amcayla, yani postacıyla vedalaşıp bir an önce yola çıkmak istiyordum.
"Yolda gördüğün işaretlere dikkat et" dedi postacı. "İşaretler seni istediğin ya da istemediğin yere götürebilir. Sadece doğru işaretleri bulmaya çalış."
Ona başımla "Tamam" işareti verip yürümeye devam ettim. Hava çok güzeldi. Tatlı esen bir rüzgâr vardı ve güneş parlıyordu. Kafamı kaldırıp gökyüzüne baktım. Belli belirsiz bulutlar görebiliyordum. Ayakkabılarım yoktu ve toprağı hissederek yürüyordum. Ayaklarımın altından yeşil çimenler, ıslak toprak ve zaman zaman acıtan çakıl taşları geçiyordu. Üzerimde eskimiş bir kıyafet ve yüreğimde büyük bir arzu vardı. Nereye gittiğimi bilmeden yürüyordum. Ayaklarıma batan dikenlere ve taşlara aldırış etmeden yürüyordum.
Adımlarım hızlanmaya başladı. Çünkü bir an önce gitmek istediğim yere varmak istiyordum. Sonra bir anda durdum. Birkaç adım önümde, zehirli bir yılan vardı ve tam olarak gözlerimin içine bakıyordu!
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kanatsız Uçan Kuşlar (Raflarda)
Ficción GeneralElinize Ansızın Bir Mektup Geçebilir. ...ve O Mektubu Okuduğunuzda Bütün Hayatınız Sonsuza Dek Değişebilir... Bu Kitabı, Dünyanın Herhangi Bir Yerinde, Çaresizliğin ve Umutsuzluğun Ortasında, Umudunu Kaybetmeden Ayakta Durmayı Başar...