On Sekizinci Bölüm

66 25 2
                                    

Sonra olduğu yerde durdu. Rahatlamıştım. Artık iyice yaklaşabilirdim ona. Hareketsiz bir şekilde duruyordu. Bense, kuyruk kısmına doğru yaklaştım ve yarasına dokundum ellerimle. Bir bebeğin saçlarını okşuyor gibi dokundum. Hiç hareket etmedi. Sonra çok nazik bir şekilde, yarasına saplanan dikeni almaya çalıştım. Çok derine girmişti diken. Çıkarmak benim için çok zor olacaktı. Yavaşça hareket ettirmeye başladım dikeni. Acı çektiğini anlıyordum. Çünkü kıvranmaya ve ani hareketler yapmaya başlamıştı.

Ama kendisine yardım etmeye çalıştığımı anladı. Dikeni oynattıkça acılar içinde kıvranıyordu. Çok derin bir şekilde yaralanmıştı. Belki de bir hayvanla kavga etmiş ve yara almıştı.

Dikeni yavaşça çıkarıp aldım. Küçük taşlar yapışmıştı yaraya ve onları da temizledim. Sonra mendilimi yarasına sardım. Küçük bir düğüm attım ve sonra yavaşça ayrıldım yılanın yanından. Dönüp arkama baktığımda, beni izlediğini fark ettim. Belki de bana teşekkür etmeye çalışıyordu. Artık korkusuzca ve gönül rahatlığıyla yoluma devam edebilirdim. Metreler sonra bile, hiç kımıldamadan beni izlediğini fark ettiğimde, postacının o konuda haklı olduğunu anladım.

Korkularımla ilgili bu zor sınavı başarıyla tamamlamış ve korkularımın ne kadar anlamsız olduğunu fark etmiştim bir kez daha. Bütün hayatım boyunca yılanlardan korkmuştum. Yılanı düşünmek bile beni ürkütüyordu. Oysaki en çok korktuğum hayvan, benim yardımıma ihtiyaç duymuştu. Bir yılana yaklaşabileceğimi asla tahmin edemezdim.

Korkularımla yüzleşmeye karar vermiştim artık. Çünkü kaçmak çözüm değildi. Eğer o yılanı ilk gördüğümde kaçsaydım, şu anda hayatta olmayacaktım belki de. En büyük korkularımla yüzleşmiştim. Sonunda ne o, ne de ben, ikimiz de kazanmıştık. İkimizin de birbirimize ihtiyacımız vardı. Ben onun yaralarını iyileştirmek için çıkmıştım karşısına, o da bana korkularım hakkında unutulmaz bir ders vermek için...

Yürümeye devam ettim. Postacının tarif ettiği yer oldukça uzaktı. Daha hızlı olmalıydım. Bir an önce Miralay'ı görmek istiyordum. Ona sormak istediğim çok fazla şey vardı.

Ayağıma zaman zaman dikenler batıyordu. Uzun zamandır ayakkabılarım olmadan yürümemiştim. Ayaklarımın altı çamurla kaplanmıştı. Sıcak güneşin altında kuruyan çamurları kaldırdım ve devam ettim yürümeye.

Büyük bir düzlüğün ortasında bulmuştum kendimi. Derin bir vadi olmalıydı burası. İki yanımda yüksek tepecikler vardı. Bu iki tepeyi geçtikten sonra, karşıma ikisinden de yüksek başka bir tepe çıkacaktı ve tarife göre Miralay, o tepede beni bekliyordu.

Az önümde, bir ırmak belirdi. Kısa bir süre ırmağın kenarında dinlenip sonra yoluma devam edebilirdim. Çünkü aralıksız saatlerdir yürüyordum ve oldukça yorulmuştum. Irmağa yaklaştığımda, akıntının çok sert olduğunu fark ettim.

Buradan yüzerek karşıya geçmek imkânsızdı. Eriyen karların suyu, ırmağı iyice coşturmuş olmalıydı. Çamura yakın bir rengi vardı ve oldukça genişti. Etrafta karşıya geçebilmek için bir köpür de yoktu.

Bugün karşılaştığım ikinci engeldi bu. İlk engeli aşmıştım ve bunun da üstesinden gelebileceğimi biliyordum. Bunu da aşabilirdim. Ama nasıl?

Bir şekilde karşıya geçmeliydim. Bu da bir işaret olmalı diye düşündüm. Eğer işaretleri iyi yorumlayabilirsem, onları kullanabilirdim.

Irmağın kenarına oturdum ve gövdemi ıslak çimenlerin üstüne uzattım. Kolumu yastık yaptım. Çimenlerin üstüne uzandım ve gözlerimi bulutlara doğru çevirdim. Gökyüzünde belli belirsiz bulutlar vardı. Hava açıktı ve güneş parlıyordu. Kolum, dünyanın en yumuşak yastığından daha rahattı. Bütün vücudumda tatlı bir rüzgârın serinliğini hissettim.

Gözlerimi kapatmamla birlikte, derin bir uykuya dalmam da bir oldu. Öylesine yorulmuştum ki... Saatlerdir yürüyordum.

Kendimi yine bir rüyanın ortasında bulmuştum. Derin bir çukurun içindeydim. Yukarıya baktığımda, gökyüzünü görebiliyordum ama çukurdan çıkmam mümkün değildi. Taşlarla örülmüş bir çukurun içine düşmüştüm. Etraftan dayanılmaz kokular yükseliyordu. Buradan çıkmam imkânsızdı. Tırmanmaya çalıştım. Taşlar yosun kaplamıştı ve dokunduğum anda parmaklarım kayıyordu.

Durmaksızın çığlık atıyordum. Çığlıklarım kulaklarımda yankılanıyordu. Beni hiç kimse duyamazdı. Burada tutsak kalmıştım ve kurtulmam olanaksızdı.

Nerede olduğumu bile bilmiyordum. Buraya nasıl geldiğimi de. Koku giderek daha dayanılmaz bir hal almaya başlıyordu. Susamıştım, açtım ve hepsinden öte, çaresiz kalmıştım.

Kuyunun içinde çırpınırken, yorgun düştüm ve olduğum yere çöktüm. Saatlerce bekledim. Sessizlik beni hiç bu kadar ürkütmemişti. Zaman zaman su damlacıklarının sesini duyuyordum. Bu beni daha da ürkütüyordu. Kuyuya düşen her bir damla, sanki iliklerime işliyordu.

Uzun bir sessizlikten sonra, yukarıdan gelen bir çıtırtıyla irkildim. Akşam olmak üzereydi. Gökyüzü iyice kararıyordu. Ses giderek daha da yakınlaşmaya başladı. Gözlerim hiçbir şey görmüyordu. Ne olduğunu bilmediğim bir canlı bana doğru geliyordu. Bu her neyse, beni çok savunmasız yakalamıştı. Ona karşı koyamazdım. Kuyunun içinde zor hareket edebiliyordum zaten.

Bu bir yılandı. Sanki bu yılanı daha önce de görmüştüm. İyice yaklaştı yanıma. Gözleri ateş gibi parlıyordu ve baktığımda kendi gözlerimi görebiliyordum. Neredeyse gözleri, gözlerime değecekti. Bu, ormanda daha önce karşılaştığım yılandı.

Dakikalarca gözlerime baktı. Bana bir şeyler söylemek istiyordu sanki. Sonra koluma sarıldı. Sımsıkı sardı kolumu ve yukarıya doğru çekmeye başladı beni. Şaşırmıştım. Beni buradan çıkarmaya çalışıyordu. Bunu neden yapmak istediğini anlamamıştım. Belki de benim ona yaptığım yardıma karşılık yapıyordu bunu bana.

Hayatım boyunca yılanlardan korkmuştum. Şimdi ise bir yılan, ikinci kez hayatımı bağışlıyordu. Beni ölümden kurtarıyordu. Bunu bana yapan, hayata en çok korktuğum varlıktı.

Koluma sıkıca sarıldı ve beni yavaş yavaş yukarı doğru çekti. Nazikçe dokunuyordu koluma. Beni incitmemeye çalışıyordu. Belki de korkmamam için, başını kolumdan ve bedenimden uzak tutuyordu.

Çok duygulanmıştım. Ona sessizce "Teşekkür ederim" diye fısıldadım. Gözlerine baktım. Beni anladığından kesinlikle emindim. İkimiz de aynı duyguları yaşıyorduk. Sadece sözcükler farklıydı, ama duygular aynıydı...

Kuyudan çıkmıştım. Çıkarmıştı beni. Sonra yılanın kuyruğuna dolanmış beyaz bir bez parçası dikkatimi çekti. Yaklaştım. Bu benim mendilimdi. Mendile dokundum ve yılan kuyruğunu yavaşça ellerimin arasından kaydırdı. Mendil elimde kalmıştı. Kuyruğuna baktığımda, yaranın tamamen kapandığını gördüm.

Sessizce ayrıldı yanımdan. Ben elimde mendille kaldım orada öylece. Mendile sıkıca sarıldım.

Sonra birisi sert bir şekilde omzuma dokundu ve "Uyan!" diye haykırdı.


Kanatsız Uçan Kuşlar (Raflarda)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin