Güneş. Güneş her zaman ki gibi yine sıcak ve parlaktı. Güzel ve narindi. İçtendi. samimiydi. Elimde kahvem odamın çıkıntılı kenarında, pencerenin önünde sandalyede oturuyordum, her zaman ki gibi. Elimdeki kahvem ne soğuk ne sıcaktı. Tam damağıma uygun şekeri vardı. Ve her bir yudumda tadını çıkararak içiyordum, tabi o sırada gözlerimi kapatmayıda unutmuyordum. Ben zaten çayımı, kahvemi ve meyve sularımı her zaman tadını çıkararak içerdim. Sindire sindire. Öyle daha bir lezzetli olurdu. Ama babam çayına dörte yakın şeker, sıcak ve beş altı yudumda bitirirdi. Annem de aynı şekildeydi ama şekeri asla ikiden fazla olmazdı. Aslında herkesin damak zevki farklıydı.
Bakışlarım aşağıya kaydı. Kediler her zamanki gibi dışarıda bir o yana bir bu yana kaçışıp duruyorlardı. Gözlerim biryere takıldı. Daha dikkatli görebilmek için başımı kaldırdım ve aşağıya baktım. Kaşlarım çatılmıştı. Kedilere yaklaşan o adam elinde süt kabıyla yaklaşıp yanlarına süt kabını bırakıp eğildi. Kediler hemen yanına yaklaşmıştı. Kedinin bir tanesinin başını okşadı. O kedi Afak beyin yanına yaklaştı ve miyavladı. Kedi adamın ayaklarına kuyruğunu sürttü. Adam sadece baktı ve kediyi sevmeyi bırakıp kabı orada bırakıp kalktı. Sonra ağır adımlarla arabaya yaklaştı. Durdu. Bekledi, arkası bana dönüktü. Sanki içime doğmuş gibi tül perdeyi çektim. O sırada adam arkasını dönüp gözleri hiç oyalanmadan yukarı kapalı olan perdeye çıktı. O beni göremiyordu belki ama ben onu görüyordum. Gözleri... dipsiz kuyu gibi olan gözleri uzun süre burada oyalandı. Sonra başını eğip, arabaya bindi. Gözlerim her bir saniyesini kaçırmaksızın, bakışlarını çekmemişti adamın üzerinden, gözleri sürekli üzerindeydi.
Yaptığımın yanlış olduğunu kavrayınca çektim gözlerimi üzerinden. Kalktım en sevdiğim yerden yatağıma yaklaşıp üzerine oturdum. Yatağımın yanında olan yeni başladığım kitabı elime aldım. Okumaya başladım.
Susmak, konuşmaktan daha beterdi. Acımak, acımasız olmaktan daha beterdi. Muhtaç olmak, zengin olmaktan daha beterdi. Özlemek, sevgiden yoksun kalmaktan daha beterdi.
Hani bir söz vardır ya, şarkıda geçen 'sussan olmuyor, konuşmasan olmaz.' Bu söz çok doğruydu. Kimi zaman konuşmak birilerine derdimi anlatmak istiyordum. Kimi zaman ise sessizliğime hapis olmak istiyordum. Hangisi beni daha iyi hissettirirdi bilinmez. Ama her ikiside çıkmazda olduğumun kanıtıydı.
Ya bu yokuşu çıkacaktım hayatım için, ya da yokuş aşağı koşacaktım kendim için.
Canım kitap okumak istemiyordu. Canım sıkılıyor, ruhum daralıyordu. Kalktım yataktan. Üzerimdeki eşofmanlarımı çıkardım. İspanyol paça olan kahverengi pantolonumu çıkardım. Üzerine de bordo kazak çıkardım. Ve üzerime geçirdim yavaşça. Sonra üzerime çeketimi aldım. Bir de telefonu. Gerçi kimseyi arayamıyordum ama mesaj atabiliyordum. Bu da birşeydi bence. Sonra spor ayakkabılarıma ayağıma geçirdim ve spor çantamı sırtıma taktım. Aşağıya indim. Babam kahvaltı yapıp gazete okuyordu. Ben babamın yanında yapmıyordum kahvaltıyı. Nedenini bilmiyordum ama içimden gelmiyordu. Belkide annemsiz o masaya oturmak gelmiyordu içimden.
Babamın yanına yaklaştım. Elimle omzuna dokundum. Bakışları önce elime kaydı. Sonra bana kaydı. Yüzünde oluşan tebessüme takıldı gözlerim. Babamın yüzünden eksik olmayan gülümsemeleri benimki gibi giderek yok olmuştu. Babama baktım sadece ifadesiz bir suratla. Babam oturduğu yerden kalktı.
" Kızım, kahvaltı yapmaya mı geldin?" Babamın gözlerindeki parıltıyı görünce.
" Hayır, Emir'in yanına gidecektim, haber vereyim dedim." Önce hareketlerime sonra yüzüme kaydı gözleri. Şimdi yok olmuştu o parıltı. Sönmüştü. İfadesiz durmaya devam ettim. Aslında babamı üzmek, annemi üzmekti bunu biliyordum. Ama artık yapacak bir şeyim yoktu, annem beni üzmüşken ben birini üzmüşüm çok muydu?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Sessizliğin Hıçkırıkları
Teen FictionGömülü anıların tekrar ortaya çıkmasıyla parçalanan kalpler. Histerik sızının damarlarından akan kayıplığın, yok oluşuyla parçalanan küçük kız ve büyümüş olan o küçük kız. **** "Kimsin sen?" Dedim işaret dilini kullanarak. Yüzüme ifadesiz gözleriyle...