24.bölüm

36 10 5
                                    

Gemilerim alabora oldu ve ters döndü. Ben denizde savrulurken elimi uzatmaya çalıştım ters dönmüş gemiye. Su beni dibe çektiğinde, o an öleceğimi anladım. Tekrar suyun yüzeyine bir çare kendimi attığımda, saçlarım etrafta uçuşurken; yüzüme, boynuma yapıştı, bir deniz yıldızı gibi,tenimde izini hissettim. Elimi uzattığım yerde geminin ters yüzeyini farkettim ve kendimi bir felaketten diğer felakete sürükledim.

Konuşmadı.

Afak'ın dokunduğu yerlerin ıslaklığını, bir denizin soğukluğuna bağladım. Gözlerini, alabora olan gemiye. Elleri, sert dalgaları anımsattı. Çıkıp kurtulacağımı umduğum yer ise, hiçbir zaman gelmedi. Neresi olduğunuda bilemedim. Korkmadım ama beynimde çınlayan o sesler, bu durgunluğumu korktuğuma yordu. Afak başını uzaklaştırdığında boğuk seslerin yerini sessizlik bıraktı.

Gözlerine, gözlerimi kaçırarak karşılık verdim. Öyle bir nefes aldım ki, hem sessiz, hem de ölmeye yakınmışımda bu son nefesimmiş gibi...

Yanağıma bir tokat gibi çarpan rüzgar, beni kendime getirmeye çalıştı. Dallardan gelen hışırtılar bağırdı bana, susma! Ama kime neyi anlattı bilmiyordum. Sanki şuan yıllardır makineye bağlı olarak yaşamışımda, daha yeni uyanmış gibiydim.

Gözlerim her yerde gezerken, Afak'ın bu yakınlığını anlayamadım. Anlatamadım. Dudakları tenimi yakıp, bedenimi küle çevirmişti. Şimdi ise büyük bir gariplikte savruluyordum. Son ağrı kalbimi yakacak derecede beni eritmişti. Kalbim erimişti ama bedenim buzdu.

"Çiğdem."

Sesini yeni yeni bulan Afak gözleriyle gözlerimi kaçırdığım halde bana bakmayı sürdürüyordu. Sesini duyunca, bu ses, kaburgalarımı kırdı ve bedenim hüzünle doldu. Kolumu tutmaya devam ettiği sırada daha da sıkı tutmaya başladı. Kaçacağımı hissediyordu. Kaçar mıydım? Kendimi ne kadar geri çekmeye çalışsamda buna inatla izin vermemişti. Şimdi ise daha sıkıydı.

Kaçamazdım. Kaçacak yerim yoktu.

Onu ikna edecek hiçbir söz gelmezken aklıma, aklımın nerede olduğunu bile bilmiyordum. Yapacaklarımı artık kestiremiyordum. Alt dudağım üşüdüğümü belli etmek adına titrerken, aslında üşüdüğünden miydi, yoksa o garip ağrının kalbime tırmanmasından mıydı, çözememiştim.

Yine uzun süre sustu. Dudağından adım dökülüyordu, o dudağı dudağıma yakın bir yere değiyordu, kimi zaman ağır, kimi zaman duygusuz oluyordu. Bir bakıma acıtıyor ama alıştırıyordu.

"Hadi," dedi benim hiçbir şey demeyeceğimi anladığında, "eve gidelim. Baban seni çok merak etti."

Yine tepki vermedim. O sert elleri ve kaçmayayım diye sıkı sıkıya tuttuğu kollarımı yavaşça çekip, arabaya ağır adımlarımla yürüdüm. Ellerimi nereye koyacağımı bilemeden, kapıyı açar buldum kendimi. Nereye oturduğuma bile bakmadan arabaya bindim. Gergin olduğum doğruydu ama bu gerginlik sanki, cellatın elinde olan başımdı. Başım cellatın elindeydi ancak o cellat bir azrail değil, melekti.

Afak'a baktığımda hiç gözlerini ayırmamıştı. Neden bu kadar detaylı inceliyordu kavrayamamıştım. Belki de beni öptüğüne pişman olmuştu, gerçi ona da öpmüş denilmezdi, sadece dudağı dudağımın kenerına değmişti. Belki de tepkimi merak ettiği için gözlerini benden ayıramıyordu. Soramıyordu. Kızamıyordu. Af dileyemiyordu. Çünkü; neden yaptığını bilemiyordu. Bir anlık yaptığı şeyden de sanırım pişman olmuştu.

Arabaya doğru hızlanarak ve bakışlarını kaçırmadan yürüdü. Arada gözlerine değen gözlerim, ürperiyordu. Nereye oturduğumu daha şimdi farkettim. Ben şoför koltuğunun yanına oturmuştum. Bir an için arabadan inip arka koltuğa oturmayı düşündüm ama o fırsatı bana tanımayan Afak fitesi ileri itti ve gaza hızla yüklendi. Çaresizlikle başımı hemen çevirip sağ tarafıma, karanlık ormana bakmaya başladım. Sessizliğini bozmayan Afak, benim durgunluğumu çoktan kabullenmişti.

Sessizliğin HıçkırıklarıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin