Yalnızlığı kilitli bir sandığa kilitleyip, korsanların gemilerine saklamalıydım belki de. Kendimi korsan gibi görmeli ve herkesten en değerli varlıklarını çalmalıydım. Hazineyi bulup, günümü gün etmeli, içip içip sızmalıydım bir köşede. En değerli hayallerimi gerçekleştirmeli, dünyanın en iyi annesini değilde, tek anneyi diriltmeliydim.
Bilmediğim ağır fonda çalınan müzik, beynimi işgal etmekle kalmıyor garip bir yorgunluğun tatlı cıvıltısıyla, sarhoş oluyordum. Uğultulu; dolu dizgin yıllar ağırca ilerliyor, zorluklu patikalarda âdeta sıvırılıyor ve hızını kesmeden kulağımda ki zarın en keskin hissedilen yerinde, yerini alıyordu. Kayıtsız kalamadığım, yüzümü buruşturacak boyuta geliyor ama inatla o sesi dinleye dinleye duruyordum. Canım yanıyor ama kabulleniyordum, çünkü acıyı hissediyor ve ben ona tapıyordum. Tapıyorda olsam acıyı derime işliyor da olsam, acının kendisiyle savaşamıyordum. Onun karşısında boyun eğip ve herşeye izin verip, her acımasızlığına itaat ediyordum.
Her acı bir kabullenişti artık bende, tiryakisi olmuş bir keş gibi derinlerime soluyordum ve her saat başı acılarımın ucunu ateşe veriyordum, kimi zaman bir kadehle teselli buluyor, kiminde ise bir bardak soğuk suyla korlarımı söndürüyordum. Kendi acımı kendim yakıyor, kendim söndürüyordum.
Eve geleli bir saat olmuş geldiğimden beri boş gözlerle uyuyan babama bakıyordum. Saat sabah sekizi geçiyordu. Dizlerimi kendime çekmiş ayaklarımı koltuğun üzerine bırakmıştım. Çenem dizlerimin üzerinde, kaşlarım havada asılı kalmış bir şekilde duruyordum. Saçlarımı geldiğimde açmış ve dalgalı olan ve hafif uzamış saçlarımı omuzlarımdan aşağısına doğru salık bırakmıştım. Duruşumda bir sakinlik vardı ama nedenini bilmediğim bir sakinlikti.
Zeki biri değildim, hiç bir anımda övgülerle yaşamadım, ahım şahım, fikirlerimde yoktu. Ama tek bir şey vardı, o da aptal değildim. Farkındalığım, zekiliğimden ya da aptallığımdan da gelmiyordu. Mantığımdan ve dürüstlüğümden geliyordu. Başarılar vardı elbette hayatımda ama hiçbir zaman Einstein olmayı düşünmedim. Ya da felsefenin göbek adını yansıtan bir Aristoteles ise hiç olmaya çalışmamıştım. Belki Williams Shakespeare olmak istemiştim ama o işlerin benim boyumu açtığınında oldukça farkındaydım. Her kelimesiyle beni etkileyen Sharlok Holmes, gizem dolu araştırmalarıyla beni derinden zehirleyip kanıma girmeye çalışsada, ben ne gizemli yollarda yürüyebilecek biriydim, ne de korkusuz korkağı oynayabilecek kabiliyetteydim. Tek isteğim basit bir insan olmaktı.
Kimi zaman korkusuz korkak olabilirdim, ama herkesin de olduğu gibi, korktuğu filmi inadına izleyip ya da sadece sonunu merakından izleyip, gece sonunda yatağa girince hafif bir tirremeyle etrafı derince inceleyenlerdendim. Arada bir yaratığın odanın en kuytu köşesinden çıkacağını düşünsekte, öyle bir gerçeklik mevzu bahis bile değildi. Yani; korkardık ama belli etmemeyi de bilirdik. İçten içe gerilir, evden gelecek o korkunç sesin gelip bizi korkutmasını beklerdik. Belki de o an da kapının ansızın açılmasını bekleyip, kızım sen hâlâ uyumadın mı? Diyen bir aile bireyini bekleyebilirdik. O an için onunla beraber uyumayı düşünüp, gitmesin diye sıkı sıkıya sarılmak isteyebilirdik. Tek fark ise, bunların olacağını bile bile o filmi izlemekti. Biz inantçı bir insanoğluyduk ve biz korkularımızın üstüne gitmeyi severdik. Tıpkı savaşçı kimliğimizin altında, aile kavramlarını bilen o narin ve kırılgan insanlar gibi.
Ben de öyleydim. Bunca zaman korku film izlediğimde daha cesurdum, çünkü yanımda hep ailem vardı. Belki bir bilim insanı değildim ama içimde yatan o bilgili insanın varlığını hep hisseden biriydim. Belki onu hiç çıkaramamıştım, belki benden bir hareket beklemişti. Oysa ben harekete geçmekten korkmamıştım, mahvolmuş kimliğimin hayatımın elinden tutmasını beklemiştim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Sessizliğin Hıçkırıkları
Novela JuvenilGömülü anıların tekrar ortaya çıkmasıyla parçalanan kalpler. Histerik sızının damarlarından akan kayıplığın, yok oluşuyla parçalanan küçük kız ve büyümüş olan o küçük kız. **** "Kimsin sen?" Dedim işaret dilini kullanarak. Yüzüme ifadesiz gözleriyle...