17.bölüm

19 11 2
                                    

Kendi hayallerimin oyuncağıydım ben, başkasına gerek yoktu. Kendim kuruyor, kendim oynuyor, kendimi üzüyordum. Hayallerimi parçalıyor, halının altına süpürüyordum. İşte bu benim kusurlarımdan biriydi. Kendimi, hayallerimin sokaklarında bile kaybedebiliyorken, gerçekte ise insanların arasında kaybolmam anormal miydi?

Işık diye tabir ettiğimiz o uzun yolculuk ve ardından gelen sessizliğin, korunaksız şekilde sahiplenmesi değil miydi? Kırık parçaları öylece savurduğumuz ya da çöpe attığımız, değerli bir vazo gibi değil miydi kalbimiz? Nasıl bir duygudur ki bu, hastalık taşıyacak, kanımıza karışacak kadar deli edip, içimizde barındırıyor ve atmaya kıyamıyorduk? Nasıl bir yenilgidir ki bu, ölüme gidecek kadar zihnimizi kaybedebiliyorduk? Nasıl bir acıdır ki, doğruyu kül edip yanlışın kollarında ruhsuzca uyuyabiliyorduk? Ne denli bir sızıdır ki bu, kulaklarda ki çınlama bizin içimize işliyor ve melankolik olabiliyorduk?

Afak'la karşılıklı kahvaltı yapıyorduk. İkimiz beraber hazırlamıştık ve şimdi ise sessizce kahvaltımızı yapıyorduk. Aslında ben sadece tabağımdaki zeytin, peynir, domates ve salatalıkla oynuyordum. Genzimi yakan ve bir lokma bile yedirmeyen düşünceler, gözlerimin boşluğa düşmesine neden oluyordu. Kelimenin tam anlamıyla canım hiçbir şey istemiyor hemde çok sıkılıyordu. Vadeler gittikçe doluyordu ama neyin, neyle ilgili olduğunu anlayamıyordum. Ya bütün yaşanılanlar hızla yaşlanıyordu, ya da ben yaşlanıyordum. Ruhumu seksen yaşındaki birine bırakmışım gibi geliyordu. Seksen yaşını, on dokuz yaşıma hapsetmişim gibiydi. Aslında yaşlılığın getirdiği unutkanlığı isteyebilirdim utanmadan. Öyle bir hakkım olsa da, olmasa da benim yararıma olan herşeyi isteyebilirdim. Ama unutmak; kolay olmadığı halde, zor değildi. Aslında, zorluğu kıran bir sihirli güç olmadığı sürece zor da, zordu.

Derin nefes aldım ve bir dirseğimi masaya koyup, başımı yasladım. Elimdeki çatalla zeytine dokundurdum. Sessizliğin kalıplaşmış hali, nefeslerin kalıplaşmış hali, anıların, mutluğun hali; boşluk olsa da, değişmeyi isteyen insanların önceliği bu boşluktan vazgeçmesi değil miydi? Kim vazgeçerdi, dolu anıların boşluğundan?

"Niye yemiyorsun?" Diye mırıldanarak sordu Afak. "İstersen dışarıda yiyelim." Başımı olumsuz anlamında salladım. Kafamı hâlâ kaldırmamış ve öylece dolu olan tabağıma bakıyordum.

"Neyin var?" İşte buna verecek bir cevabım yoktu. Tarifsiz bir sızı kalbimde volta atıyordu. Ne diyeceğimi ne yapacağımı bilmeden öylece durmaya devam ettim. Düşününce, uzun süredir böyle hissetmediğimi anımsadım. Bu hissettiğim ağrı, annemin ölümünde ortaya çıkmış ve yılları aşkın süre boyunca benim bedenimdeydi. Ancak bu aralar, bu sızı baş göstermemişti. Şimdi niye böyle olmuştum?

"Çiğdem," dedi. Çatalı tuttuğum elime dokunduğunu hissettim. Elimde hissettiğim sıcaklıkla, garip bir yorgunlukla gözlerim kapandı. Nefesim hoyratça yükseldiğinde, garipçe davrandığım durumdan sıyrılmak için tekrar gözlerimi açtım. Ve yavaşça elimi, üstündeki elinden kurtardım. Afak'ın bakışlarını eğik yüzümde olduğunu hissettim.

Hâlâ masadaydı bana dokunan eli, bana doğru elimi tutmak için eğilen bedeni, sanki japon yapıştırıcıyla yapıştırmışım gibi öylece duruyordu. Ya ne diyeceğini bilemiyordu, ya da... ya dasını bilmiyordum ama yerinden kımıldamaması beni olduğumdan daha zor bir hale sokuyordu. Ondan uzaklaşmak adına elimdeki çatalı tabağımın kenarına bırakıp sırtımı sandelyeye yasladım ve gözlerim gözlerine değdi. Evet, bana baktığını zaten hissetmiştim ama yine de geceyi andıran kahvelerine bakmak kalp ritmimi zorluyordu. Ellerimi masadan çekip dizlerimin üstüne koydum.

Afak uzun süre sessizce durmaya devam etti. Ardından bakışlarını yere eğdi ve masada duran eli yumruk haline gelerek dik bir konuma geldi. Elini masadan ayırıp kendine çekti. Yüzündeki kasların kasıldığını farkettim ama sustu, konuşmadı. Kalbim hızlanmaya başladığında nedenini merak ettim.

Sessizliğin HıçkırıklarıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin