26. BÖLÜM

1.4K 155 19
                                    

Uykumun hafif bir anında yüzümde hissettiğim nefesin etkisiyle gözlerimi aralama ihtiyacı hissettim. Gözlerimin önünde pürüzsüz bir ten, biçimli kaşlar ve dolgun dudaklar görmeyi beklemediğim için gördüklerimle mest oldum.

Elem'i rahatsız etmemeye çalışarak dirseğimin üstünde doğruldum. Kolunun üstüne kafasını koyup uyuyakalmış, bedeni aşağı sarkmıştı. Onun narin bedenini sarsmamaya çalışarak kollarımın arasına aldım. Yatağa götürmeyi düşündüm ama beynimde bir şeyler onu buraya yatırmamı söyleyerek bana baskı yapıyordu.

Sırtı koltuğa değer değmez kirpikleri hareketlendi. Ah o kirpikler... Usul usul açılan gözleriyle içimi çocuksu bir heyecan kuşattı. Gözlerini tamamen açıp o iri maviliklerini gözlerime diktiğinde o güzel gözlerde boğulma isteğim yeniden can buldu. Belki de o kalın çeperler kurtuluşum olurdu ama içimde bir taraf o gözlerde boğulmayı, kurtulamamayı istiyordu. Belki fiilen bir boğulma gerçekleşmiyordu ama gözlerinden dudaklarına kayan bakışlarım nefesimi kesecek o anları bana yaşatıyordu.

"Boran," Adımı telaffuza başlarken büzüşen o dudaklarına Boran kurban olsun be!

"Güzelim?" Uyandırmıştım onu. Aptallık ettim, yatağa yatırsaydım yorgana sarılır uyurdu. Elem'le birlikte kalmaya başladığımızda fark ettim bunu. Elem yorganın bir ucunu kolunun altına alarak uyuyordu. Sanki çok zayıf birine sarılır gibiydi.

"Günaydın," Uyku mahmuru gözlerini birkaç kez kapatıp açtıktan sonra etrafına bakındı. O etrafına bakarken benim gözlerim de yaş sınırlaması olan fikirlerim de onun dudaklarındaydı.

"Henüz güneş doğmadı bebeğim." Küçücük koltukta yanına yatmaya çalıştım, uykulu haliyle bile beni düşünerek bana yer açmaya çalıştı fakat koltuğun oturulacak alanı biraz dardı ve haliyle ikimiz de sığmıyorduk. Mecburen bana sarıldı, benim de istediğim buydu zaten. Elim sırtından beline kaydığında ne yapması gerektiğini biliyordu, onu benim yönlendirmeme gerek kalmamıştı. İşkence karşısında çözülen bir insan gibi Elem karşısında çözülmüş, yapması gerekeni yapmış, hatta fazlasına bile cüret etmişti.

"Yatağa mı gitsek?" Narin bedeni bedenime baskı yaptıkça içimdeki haylaz dürtüler onu öpmeye zorluyordu buna fazlasıyla istekli olan dudaklarımı. Haylaz dürtülerimi dinledim ve gülkurusu, dolgun dudaklarına dudaklarımı bastırdım. Kendimden böyle bir hareket beklemiyordum, her şey hızla gelişiyordu ve sınırlarımı aştığımı hissediyordum. Belinden içeri girip yumuşak tenini okşayan elim de sınırlarımı çoktan aştığımın en büyük kanıtıydı.

Onun da böyle bir şey beklemediği kasılıp kalışından ve ne bir tepki ne de bir karşılık vermeyişinden anlaşılıyordu.

İki dudağımın arasında ufak titreşimlerle bedeni kasıp kavuran o hisleri birer birer omuzlarıma yükleyen Elem yavaş yavaş kendine gelmeye başladı. Suratıma bir tokat yiyeceğimi düşünürken üst dudağımı kavrayan dolgun dudaklarıyla orada yok olduğumu hissettiğim. Ardından gelen yakıcı hareketlerle üstünlük Elem'e geçmişti ama uslanmaz elim hala onun tenindeydi. Elim mi tenini yakıyordu, yoksa teni mi elimi yakıyordu bilmiyorum. Sadece yandığımı hissediyordum, hemde ne hissetme. Kıl kökümden hücre duvarıma kadar yakmıştı beni. Ona yanmış, kül olmuştum.

Aşk mı bu? Derdi ayrı güzel, derdi çektiren ayrı güzel. Böyle ölüm mü olur yahut bir insanın mezarı sevdiğinin dudakları olur mu? Böyle bir dudak nasıl olur da bir insanın katili olur? Onun her güzelliği katilim olsa kurbanı olmaya razıyım, öyle ki şu Stockholm sendromu denilen saçmalığı bile ruhumda yaşatabilirim.

Dudaklarımda hissettiğim boşlukla düşüncelerimden uzaklaşıp ona baktım. Mavi gözleri koyulaşmış sanki kalın çeperleri zorlayan engin bir deniz gibi kabarmıştı. Simsiyah olan çeperler ise mümkünmüş gibi daha da koyulaşmıştı. O engin okyanusları hapsetmeye gücü yetmiyormuş gibiydi.

İnip kalkan göğsü göğsüme oyun yaparcasına dokunup uzaklaşıyordu. İstemsizce gözlerim oraya kaydığında kendimi tutamadım ve tekrar dudaklarında kaybolmak üzere kendimi kaptırdım. Bu bir intihardı. Bile bile ölmekti, kendini öldürmekti onun dudaklarındaki lezzet. Artık ölüm şarabıydı dudaklarından akan lezzetin adı.

Benimle uyum içinde hareket eden dudaklarını kanatmak pahasına ısırdım. Emmek artık yeterince öldürmüyordu. Bağışıklık kazanmıştım ve daha fazlasına açtım. Sonra pişman olacağımı bile bile dişlerimi o kalemle çizilmişçesine muazzam olan dudaklarına geçirdim. Dudaklarıma, dilime ve ardından ağzıma yayılan kan tadıyla yüzümü buruşturdum. Gözlerimi açtığımda ne zaman kapattığımdan çok Elem'in yüzündeki ifadeye odaklandım. Canı yanıyor gibi değildi. Daha çok kadınsı bir kasılma vardı yanaklarında, dudaklarını daha da ön plana çıkaran bu kasılma beni benden alsa da hata yaptığımın farkındalığıyla biraz uzaklaştım. Dudağının sağ tarafında küçük bir noktadan kan akıyordu. Akmaktan çok kan çıkmış ve bir top halinde orada kalmıştı. Bu kadarcık kan mıydı ağzımda onun tadını bırakan? Bir damlacık kan bu kadar yoğun bir lezzeti nasıl oluyor da taşıyabiliyordu?

"Boran," Kan damlacığı dişlerine dağıldı ve beyaz dişleri kırmızımsı bir tona büründü. Yine de güzeldi, en az ay kadar.

"Özür dilerim," Pişman olmuştum bile. Gözlerimi yere dikip beni affetmesini beklemeyecektim. Gözlerinin içine baktım ve elimi yanağına koydum.

"Hayır hayır, özür dilemene gerek yok. Kendimi kaptırdım." Gözünden minik bir damla avucumun içine düştüğünde içimdeki pişmanlık kor oldu yaktı beni. "Hadi yatağa gidelim, buraya sığmayız."

Kafamı sallayarak üzerinden kalkıp onun kalkmasına müsaade etmeden kollarıma aldım ve odaya doğru yol aldım fakat aklım hala avucumu ısıtan teninin sıcaklığında kavrulan o gözyaşındaydı.

*

Bölümün kısa olduğunun farkındayım ama uzatıp da tadını kaçırmak istemedim. Ay sizce küçük Elem ve Boran lazım değil mi hikayeye?

Mavi Vurgun | TAMAMLANDIHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin