Bölüm 22

2.6K 252 152
                                    

Karavana bindiğimizde herkes çok sessiz ve olabileceğinden çok daha fazla bir gerginlik yaşıyordu. Öyle ki, Melanie'nin ortamı yumuşatmak amacıyla Luke ve benim için ıslaklığımızı sıçana benzetmesine Ashton bile gülmemişti. Ki Ashton ne kadar kaliteli ya da kalitesiz espriler olduğunun veya kendisinin ne kadar yerine oturan espriler yaptığını önemsemeksizin duyduğu her şakaya gülebilecek türden biriydi.

Fakat o bile nereye olduğunu bilmediğim bir yolda karavanı ilerletirken sus pus oturuyordu. Şehir merkezinden geçmek zorunda kaldığımızda, arada sırada kavşaktaki araba sürücülerine küfür etmesi dışında ondan Smith ailesinin evinde yaşanan şükran günü yemeği felaketi adına tek bir sözcük bile duymamıştım.

Bütün bunlar işin ciddiyetini kavramamızda yeterli olabilir diye düşünüyorum şu anda.

Yolun tam olarak ne kadar sürdüğünden emin değildim ama ıslak kıyafetlerimin üzerime yapışmasına yetecek kadar karavanda kalmıştık. Başımı bir yere yaslamış, neler olduğunu idrak etmeye çalışıyordum hala. Yol boyunca bu akşam yaşanılanların hepsinin gerçek mi yoksa gerçek gibi hissettiren bir kabus mu olduğunu ayırt etmeye çalışıyordum ama elde ettiğim tek sonuç, kavislerde ya da kanalizasyon çukurlarına gömülüp çıkan tekerleğin karavanı zıplatması sonucu içeride sarsılmamdı.

Yani... her şey yeterince gerçek ve yeterince korkunçtu.

Melanie birkaç defa benimle konuşmaya çalışmıştı. Calum, Ashton'ın sürücü koltuğunun hemen dibindeki koltuklarda arkasını dönmüş bizi izliyordu. Çok nadiren yola dönüp bakıyor ya da Ashton'a bir şeyler söylüyordu. Yolculuk sırasında belki bir ya da iki kez ancak.

Luke'un ağzını ise bıçak açmıyordu. Tıpkı benim gibi.

Melanie'nin konuşmalarının hepsini yanıtsız bırakmıştım. Biriyle konuşabilecek gibi hissetmiyordum kendimi. Arada sırada Luke'la göz göze geldiğimizde ve bakışlarımız birbirine muhtaçlık düzeyinde bir kilitleniş yaşadığında, kendimi içlerine bakarken konuşabilecek kadar rahat hissettiğim gözlerin sahibine bakıyor olduğumu anlamam uzun sürmüyordu.

Bu durumda bile içimden bir şeylerin Luke'a doğru aktığını hissetmekten kendimi bir türlü alıkoyamamak haksızlıktı. Bütün bunları bana yapamazdı. Yapmamalıydı. En azından şimdi değildi.

Cep telefonum evdeydi. Cüzdanım evdeydi. Doğal olarak tüm param ve kimliğim de evde kalmıştı. Okul üniformam, kitaplarım... lanet olasıca bana ait olan ne varsa her şey o domuzlar cehennemindeydi ve ben can havliyle sadece kendimi dışarıya atmayı başarabilmiştim. Verandanın basamaklarından aceleci bir tavırla inip, sokak aralarında koşmaya başladığımda aklımda olan tek düşünce bir an önce o evden uzaklaşmaktı. Uzak, uzak ve çok uzak...

Chloe ile ilk defa kavga etmiyordum. Tabii, ona ilk kez yumruk atmıştım orası ayrıydı. Ama bunu saymazsak geri zekalı kuzenimle milyonlarca kez kavga ettik ve her seferinde birlikte barınabilmenin bir yolunu bulmuştuk. Ya o beni görmezden geliyordu ya da ben onu. Bu en fazla birkaç ay sürmüştü bugüne dek. Sonrasında ben yine patlama noktasına geliyordum ve biz yine kavga ediyor, ortalığı birbirine katıp savaş alanına çeviriyorduk.

İlk defa olan şeylerden birisi ise kuzenimle aramda yaşanan kavgaya başka insanların da karışmış, şahitlik etmiş olmalarıydı. Mesela annem ve babam da artık bu işin içinde olan insanlardı ve arkadaşlarımız da bu kavganın her saniyesine şahitlik etmek için kendilerine en önden ücretsiz bilet kazanmışlardı.

Utanıyordum. Evet. Gerçekten içimi kaplayan bir utanç duygusu vardı ama spesifik olarak neyden utandığımı bilmiyordum. Daha doğrusu... hangisi hakkında utanıp, endişe duyacağıma karar veremiyordum demeliydim. Görmemesi gereken insanların her şeyi görmesine mi? Kavga arasında babamı tırmaladığıma mı? Yoksa annemin bana onca insanın içinde Chloe'nin bana fahişe demesini doğrulayışına mı?

Terrible Love || hemmingsHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin