Agust ile tanışmamızın üzerinden yaklaşık 1 hafta geçmişti ve onunla da çok iyi anlaşır olmuştuk. Bazenleri, Seokjin ve Agust'un geceleri çalışmak için kendilerini kapattıkları kimya laboratuvarına birlikte gidiyor ve hem sohbet ediyor hem de ders çalışıyorduk.
Agust ve Seokjin ile olan yakınlığım artmıştı ama hâlâ Sandra'nın kim olduğunu öğrenememiştim. En sonunda, Seokjin'in elbet bir gün bana anlatacağını düşünerek üstelememe kararı almıştım.
Bu esnada onlara iki yeni arkadaş daha kazandırmıştım. Rosé ve Jennie de onlarla tanışmış, üstelik çok iyi anlaşmışlardı. Bu minik grup, okula her gün neşeyle gelmemi sağlıyordu artık.
Ekim ayının son günlerinde olmamıza rağmen hava müthiş derecede güzeldi ve hava durumu tahminlerine göre de, Aralık ayına kadar böyle olacaktı. Arada bir yağmur çiselese de, genel olarak hafif esintili bu ılık hava, son zamanlarda içimin huzurla dolmasına sebep oluyordu sık sık.
Hepimizin öğle saati boştu ve genelde bu saatte beraber takılıyorduk. Murphy Garden'da sürekli altında oturduğumuz bir ağaç ve hemen yanında da bir piknik masası vardı. Rosé, dışa dönük şekilde masanın oturak kısmına oturmuş elindeki gitarı tıngırdatıyordu. Agust, hemen Rosé'nin yanına oturmuş, yine geceden kalma bir yorgunlukla başını masaya gömmüş uyukluyordu. Jennie de masadaydı ve Rosé'nin karşısında oturduğu için ne yaptığını göremiyordum. Seokjin ve ben ise, ağacın ilerideki bir çok öğrencinin takıldığı çimenlik alana bakan kısmında oturuyorduk. Rosé'nin huzur verici mırıltıları eşliğinde başımı Seokjin'in omzuna yaslamış esintili rüzgarın beni uyutmasını bekliyordum. Ben de Seokjin ve Agust gibi gece çalışması yorgunuydum, çünkü.
Jennie, Rosé'nin eşsiz sesini bölmekten nefret ettiğini belli eden bir ses tonuyla konuştu birden. "Rosé, bebeğim, moralini bozmak istemem ama bence bu tarafa doğru gelen şu çakma Yunan tanrısına bi bak istersen."
Rosé başını kaldırıp da Justin'le göz göze gelince sıkıntılı bir nefesi dışarı bıraktı ve sırtını masaya yasladı. Justin saçlarını elleriyle geriye taradıktan sonra Rosé'nin önünde durdu ve hepimize başıyla, kendince havalı bi selam verdi. Seokjin ve ben aynı anda onu taklit ederken Jennie kıkırdamış, Agust ise istifini hiç bozmamıştı.
Rosé'nin sinirli yüzünü gördüğümde hafifçe Seokjin'i dürttüm ve "Eğlenceye bak şimdi," dedim. Agust beni duymuş olacak ki, doğruldu ve "Ne oldu?" der gibi başını hızlıca iki yana salladı. Ben de "Hiç," dedim cevaben, sessizce.
"Miss Blackfield, elindeki gitarı görünce koşa koşa geldim." Birden nefes nefese kalmış gibi rol yapmaya başladığında gülmemi bastırabilmek için alt dudağımı dişlemek zorunda kalmıştım.
"O zaman şimdi de koşarak geri gitmelisin, çünkü gösteri bitti." Rosé gitarını kucağından indirip masanın üzerine koyduğunda, Agust tek kaşını kaldırarak şaşkınlıkla gitara bakmıştı. Hemen ardından "İşte şimdi ilgimi çektiniz," diye mırıldandı ve Rosé ile Justin'e doğru döndü.
Justin tuttuğu nefesini, hayal kırıklığı ile dışarı salarken ellerini cebine sokmuştu. Yüzünde anlam vermesi zor bir gülümseme ile Rosé'ye yaklaştığında, Rosé de ondan beklemediğimiz bir hızla, aniden ayağa kalkmış ve hepimizi şaşırtmıştı. Justin de bizim gibi şaşırmış olacak ki, bir an için duraksamak zorunda kalmıştı. "Roséanne, artık geçmişteki o küçük çocuklar değiliz sanıyordum. Yanılıyor muyum?"
"Sen ne bir yetişkinsin ne de bir çocuksun. Sen sadece baş belası bir... Bir..." Rosé hakaret etmek istiyor ama edemiyor gibiydi. Sebebini merak ediyordum ama anın büyüsüne öyle kapılmıştım ki, kısa süreliğine düşünme yetimi kaybetmiştim. Sanki bir k-drama izliyorduk.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
1000 forms of me ✔
Fanfiction"Aşık olacağınız kişiyi bulun, sonra bırakın sizi öldürsün," demiş ya yaşlı, huysuz, adını bir türlü hatırlayamadığım bir bilge, acaba bizi görse ne derdi? 1000 farklı kalıp, 1000 farklı Lalisa vardı içimde. Ama hepsi bir parça eksikti sanki. Yine d...