11. Bölüm: Adana

1.4K 83 112
                                    

        Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte Mehmet Han çiftliğinden ayrıldık. Orman, çınar ağaçlarının arkasından gizlice bizi izliyordu. Veda etmek için yanımıza gelemedi. Gerçi hangi sıfatla yanımıza gelebilirdi. Çiftlikte çalışan biriydi. Bu aramızda bir sınırın oluşmasına neden oluyordu. İkimizde bu sınırın farkındaydık. Son kez Orman’a bakıp gülümsedim. Anlık duygularım için ona böylelikle teşekkür etmiş oldum. Kim bilir bir daha ne zaman görüşecektik. Sonu belli olmayan şeylere kapılıp gidemezdim. Orman, benim için Mehmet Han çiftliğinde kaldı.

        Üniversiteye kaydolmak için yeninden Adana’nın yollarında ilerlemekteydik. İşine gücüne gitmek için yine binlerce insan uykusunun en güzel yerinde uyanmak zorunda kalmıştı. Sıradan günlük iş kıyafetlerini bedenlerine monte ettikten sonra iş yerlerine doğru yola koyulmuştular. Bu yüzden sabahın erken saatlerinde yollarda sadece işine yetişmeye çalışan insanlar vardı. Bide biz üniversiteye kaydolmaya giden gençler. Bizi üniversiteye kim mi götürüyordu? Orman’ın babası Hasan ağa götürmek zorunda kalmıştı. Mehmet amca yani buraların Mehmet Han’ı, işlerinden dolayı bizi götüremeyince, yerine sağ kolunu tayin etmişti. Ne komiktir ki hâlâ Mehmet Han’ı idrak edemiyordum. Karşı komşumuz Mehmet amca, şapkadan çıkan tavşan gibi birden bire zenginliğini ilan ediyordu. İnsanların sakladığı o kadar çok şey vardı ki, her an yeni bir sırla karşı karşıya kalabilirdik. Kim bilir bizimkilerin benden sakladığı neler vardı. İnsanlara güvenemiyorum, çünkü neresine dokunsan elinde kalıyorlardı. Kelebek olmayı bekleyen tırtıl gibiydiler, anı bekliyorlar. Fırsatını yakaladıkları zaman o anı sonuna kadar kullanarak kelebek olmaya çalışıyorlar. O an geldiğinde koza mı olmak istersin? Yoksa yaprak mı? Ben kozayım…

        Hasan ağa bir şey sormadığın sürece konuşmayan tiptendi. Susma yemini etmiş gibiydi. Bu suskunluğundan dolayı bizde sessiz kaldık. Yol boyunca arabanın camından dışarıyı izledik. Dünden bugüne değişen bir şey yoktu. Ha tek değişen hava durumuydu. Yağmur bulutları göz yüzünü kaplamıştı. Bu yüzden güneş kara bulutların arkasında kalmıştı. Bu da günün olduğundan daha erken ya da geç olduğunu gösteriyordu. Arabanın tepesine yağmur damlaları düşmeye başlamıştı. Tavada patlayan mısır taneleri gibi ses çıkarıyordu yağmur damlaları. “Tık, tık, tık… Pıt, tık, tık, pıt, tık, tık, pıt…”

“Merak etmeyin arabanın bagajında şemsiye var,” dedi Hasan ağa.

“Yağmurda tam zamanını buldu. Bekleyemedi kayıt işlemlerini halletmemizi,” dedi babam.

“Öyle demeyin beyim, bu sene az yağmur yağdı,” dedi Hasan ağa. “Çiftçi için bereket yağıyor.”

        İki farklı insan, iki farklı bakış acısı. Biri yağmura kızarken, diğeriyse neredeyse yağmura yağdığı için kurban verecekti. Babamın yontulmamış düşüncelerine karşın Hasan ağanın düşüncelerinde, ben değil de biz vardı. Böyle bir babaya sahip olduğu için Orman şanslı olmalıydı. Umarım davulun sesi uzaktan hoş gelmiyordur. Daha önce dediğim gibi, insanlara güven olmaz.

        İki saatlik yolculuğun ardından üniversitenin kapısının önüne varabildik. Üniversitenin girişindeki güvenlik görevlilerine hesap verdikten sonra sonunda içeriye girebildik. Çukurova Üniversitesi tahmin ettiğimden çok ama çok yeşildi. Sanki üniversiteye değil de ormana belgesel çekmeye gelmiştik. Birçok türden ağaç karşılıyordu bizi. Beyaz binaların etrafını yeşillikler kaplıyordu. Doğayla iç içe bir üniversiteydi. Burada bir ömür yaşanabilirdi. Arabanın camından doğayı yani üniversiteyi izliyordum. Burada yaşayacağım maceraları, anları düşündükçe daha da heyecanlanıyordum. Kuş olup uçasım geliyordu. Ben burada tavuk yetiştirir, yumurtalarını satarım. İstanbul’un karanlık atmosferinden sonra burası benim için amazon ormanlarından farksızdı. İyi ki burayı kazandım.

KUKLAHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin