Media: Miria {Çok güzelsin be Miria}
Şans.
Hiç bir zaman yanımdan bile geçemeyecek olan o dört harf.Fakat şu an herkesin şanssızlık diye adlandırabileceği bir durumda olmak ve bu durumu benim şans diye görmem ise delilikti.
O karşımdaydı. Bir çok kuyruğu olan, Kira. Bana saldıran Abraska'nın bir anda yok olması, üstüne üstlük Kira'nın, o Abraska'nın göz rengini, göz rengine katması. Neler döndüğünü bilmiyordum, anlamıyordum ve anlamak da istemiyordum. Onları tanımak ve bilmek istemiyordum. Öğreneceğim bilgilerin, bana ve etrafımdakilere zarar vereceğini biliyordum. Ben kendimi piyon olarak görüyordum, taşları koruyan, korumaya çalışan o piyon misali.
Kendimi tehlikeye atmam önemli değildi, hatta önemliydi. Bana bir şey olursa, yakınımdakiler üzüleceklerdi. Bu yüzden ne bana ne de diğerlerine bir şey olsun istemiyordum.
Tüm bunlara karşın, merakım o kadar ağır basıyordu ki. Ruhum bunu kaldıramıyordu, sorulara yanıt alamadığım sürece yorgun olmaya devam edecektim.
Elimi yana koyup, destek aldım. Ayağımı kendime çektim yavaşça, dişlerim titriyordu. Bu kadarı ağırdı. Ben bile bu kadarını kaldıramazdım, neredeydi benim soğukkanlılığım? Şu an ona o kadar çok ihtiyacım vardı ki.
Derin bir nefes aldım, korkmamalıydım. Bakışlarımı, Kira'ya değdirmiyordum fakat onun çıplak ayaklarını görüyor ve hâlâ burada olduğunu anlayabiliyordum.
Bir kaç dakika önce sağ olan ve beni vahşice öldürmeye çalışan canavarın, çıkardığı ayakkabımı kenardan aldım. Ayakkabının beyaz ipleri kan olmuştu, aynı şekilde, pantolonumun sağ paçaları da.
Bileğimdeki oyulmuş yaraya baktım, fakat bu sadece midemin biraz daha yukarıya çıkmasını sağlamıştı. Yavaş yavaş kan akmaya devam ediyordu, acı vardı. Acı her zaman bir yerlerde vardı ve olmaya devam edecekti.
Elimi yaraya dokundurmamaya özen göstererek, ayakkabımı giyindim. Canım yanmıştı, yüzümü buruştursam da acıdan kıvranmamak için kendimi zor tutuyordum. Yara, üç çivi ile vurulmuş gibiydi. İpleri bağlamadım, bağladığım da daha sıkı olup, yaranın daha da acımasından başka bir işe yaramazdı. Duvardan destek aldım ve yavaşça ayağa kalktım. Duvara yaslandım, sağ ayağımı yere bastırmamaya özen gösteriyordum. Bakışlarım hâlâ ayaklarımdaydı, çekemiyordum.
Hayır, hayır. Çekemiyordum değil, onunla göz göze gelmekten korkuyordum. Onun yapabileceklerinden ve yapacaklarından. Cesaretimi topladım, buna ihtiyacım vardı. En azından ayağıma değecek bilgi edinmek istiyordum. Merakımı kullandım, bencillik ettim. Ve bakışlarımı yerden alarak, kafamı hafifçe kaldırdım, ardından onunla göz göze geldim.
Bakışları, bir kaplanın avını yakaladığı an ki gibiydi; bu av benim, işi bitti.
Dişlerimi birbirine bastırırken, derin bir nefesi ciğerlerime doldurdum. "Kira?" Kaşımın tekini kaldırıp, ona bakmaya devam ettim. Onun ise hiç bir şekilde ifadesi bozulmadı. Baktı, baktı ve bakmaya devam etti. Tek yaptığı şey, hırıltılı bir sesi anlık olarak aramıza vermesiydi. Onun cevabı buydu belki de.
Yeniden denemek için dudaklarımı araladım. "Eliot iyi mi?" Kesinlikle bunu sormak zihnimin ucundan bile geçmemişti. Lâkin, farkında olmadan dudaklarımdan çıkan bu soru onun daha sesli hırlaması ve kuyruklarını daha hızlı hareket ettirmesine neden olmuştu. Hayır, yanlış bir şey sormamıştım. Bunu sormam, onları düşünmemi ve merak ettiğimi yansıtmıştı. Onun sinirlendiği buydu; benim kendi canım yerine Eliot'u sormam.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
LABARASKUVI (KİTAP OLDU)
FantasyLahan'da insanlar yavaş yavaş ölüyorlardı. Kimseye yardım edemiyordum, edilmiyordu. Gece sokağa çıkmak yasaktı ve çıktığın an olacaklardan kimse sorumlu olmayacaktı. Lahan için akşam yediden sonrası yoktu. Tamamen masum insanların öldüğü, katledildi...