Düşman olmak ve nefret etmek? Bu iki kelimenin anlamı çok fazla derindi. Hayatımda en çok güvendiğim duygu nefretti. Sevgi ve saygının sahtesi olabilirdi ama nefretin asla. Birinden nefret ediyorsanız eğer bunu yoğun bir şekilde kalbinizde hissetmeniz gerek, eğer hissetmiyorsanız, hâlâ kalbinizde saf duygular var ise karşı taraftan gerçekten nefret etmiyorsunuz demek.
İlk başta tamamen Abraskalar'a karşı düşman ve nefret doluydum. Halka nefret aşılanmış gibiydi. Kimse sorgulamıyor ve sadece nefret ediyorlardı. Abraskalar'ı, daha doğrusu iyi olanları, görmemiş olsaydım eğer bende onlar gibi aşılanmaya devam edecektim.
Fakat zamanla fark etmiştim ki, ben onlardan gerçekten nefret etmiyordum. Miria, Paul, Kira, Eliot, Lili. Onlar iyiydi, gerçi Kira'yı tam olarak anlamıyordum.
Eski halimi özlüyordum. En azından gerçekten mutlu olduğum anlar oluyordu, gülebiliyordum. Şimdi ise gülmek bile acı veriyordu. Neden böylesine hüzün doluydum? Neden saatlerce ağlamak ve duvarı izlemek istiyordum? Hiçbir şey yapmadan durmak...Hayal gibi geliyordu.
Ağlamaktan nefret eden ben ağlayarak kendimi iyileştirmek istiyordum. Bir kitap olsaydım eğer satırlara dökülen göz yaşı olmak isterdim.
O kadar çok olaylar olmuştu ki, her birini ayrı ayrı çözmek zorundaydım yoksa her birinde aklım takılı kalacak ve zihnim bunu zamanla kaldıramayacaktı. Problemlere odaklanarak ilerleyecektim fakat şu an zamanı değildi. Şu an gerçekten muhabir olduğumu, olabileceğimi göstermek istiyordum. Bu his iliklerime kadar işlemişti. Umursuyordum, bir şeyleri kafama takıyor ve bunun etrafında dönerek kendimi çıkmaza sokuyordum.
İçimden bir ses Easley'i aramam gerektiğini söylerken bir diğeri buna karşı geliyordu. Eğer Easley'i ararsam, Mike'ı ele vermiş olacaktım. Mike'ın bana anlattığı pek bir şey yoktu fakat yine de onunla tartışırdı. Öylesine aramayacağımı anlayacak kadar zekiydi ve öğrenene kadar rahat bırakmazdı.
Huyil'e nasıl gideceğimi bilmiyordum. Bisiklet ile gidersem enerjim azalırdı ve benim kesinlikle yorulmamaya ihtiyacım vardı. Paul'un herhangi bir arkadaşı bırakabilirdi ama bu süreçte Paul ile kavga eder ve oraya gidemezdim. Miria'nın ise arabası yoktu. John ve Jake ise kesinlikle abilerine söylerlerdi. Taksiyle gitmek istesem de hem yanımda o kadar para yoktu hem de taksinin geri dönüşü de olacağı için oraya giden bir taksi şoförü olmazdı. Zaman açısından.
Yirmi kilometreyi nasıl gideceğimi düşünürken, bir yandan da elimi hızlı tutmaya çalışıyordum. Peruk, şeffaf bone, erkek ayakkabısı, bir bere, kalem kamera, soğuk kahve, bir kaç kurabiye ve danino. Tamamen ihtiyacım olan şeyler bunlardı. Orada bir erkek bir kız gibi davranacaktım. Kalacak yerim olmayacaktı. Ortalık zaten karışık olduğu için öylesine bir yere oturacaktım. Uyumamam gerekiyordu çünkü her an her şey olabilirdi.
Şirketten biraz uzaklaşmışken telefonumun çalması beklediğim bir şeydi. Paul şirkete gelmiş ve yerimde olmadığımı görünce merak etmiş olmalıydı. Çantam da orada olmadığı için şirkete uğrayıp bir yere gittiğimi anlamıştı. Telefonumu cebimden çıkardım ve tahmin ettiğim kişinin adını ekranda görünce iç çektim.
Ekranı yeşile kaydırdım ve telefonu kulağıma götürdüm. "Priscilla?" diye sözüne başladı Paul. "Neredesin?"
"Easley ile görüşmem gerekiyordu. Onun yanına gidiyorum. Bir sorun mu var?" dediğim de dudağımı dişledim. Paul'un Easley'i arayacağını düşünmüyordum. Paul bunu yapmazdı. Ne dersem diyeyim inanırdı ve bu bir an için vicdanımı rahatsız etti. Yalan söylemekten nefret ediyordum ve tamamen bana güvenen kişiye yalan söylemiştim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
LABARASKUVI (KİTAP OLDU)
FantasyLahan'da insanlar yavaş yavaş ölüyorlardı. Kimseye yardım edemiyordum, edilmiyordu. Gece sokağa çıkmak yasaktı ve çıktığın an olacaklardan kimse sorumlu olmayacaktı. Lahan için akşam yediden sonrası yoktu. Tamamen masum insanların öldüğü, katledildi...