Herkese merhaba, bölümleri şarkısız bırakmak içimden gelmiyor hiç bu aralar.
Tüm bölümü Troye Sivan'dan Talk Me Down dinleyerek yazdım. Siz de aynı şarkıyla okursanız gerçekten çok mutlu olurum. Bu şarkıyı çok seviyorum, tarifi yok.
İyi okumalar!
-Dün gece olanları göz önünde bulundurunca bugün öğrencisini görememesi hiç şaşırtmamıştı Jimin'i, yine de tüm gün onu düşünmekten alıkoyamamıştı kendisini. Ne zaman gözleri dalsa dün gecenin anıları canlanıyordu hemen zihninde.
Dersler diğer günlerin aksine oldukça sıkıcı geçmiş, sanki her bir dakika bir saate tekabül ediyor gibi hissetmişti genç öğretmen. Dönemin ilk dersinde güne Shakespeare ile başlayacağı için nasıl mutlu olduğu aklına gelince istemsizce gülümsemişti. Pazartesi günlerine anlam yükleyecek tek şeyin Shakespeare'in oyunları değil de öğrencisinin galaksilere ev sahipliği yapan gözleri olacağını anladığında hissettiklerini düşündü bir süre. Onu ilk gördüğünde nasıl da heyecanlanmıştı. Yetişkin bir adam da olsa bu hissettiği şeyin ne olduğunu anlaması biraz zaman almış, fark ettiğinde ise çoktan paniklemeye başlamıştı bile. Sınırı aşmıştı istemeden.
Metro istasyonunda yankılanan, yolculara çizgiyi geçmemelerini bildiren sesle irkildiğinde istemsizce bakışlarını parmak uçlarına çevirmişti. Çizginin tam üstünde durduğunu gördüğünde ise bir adım geriye gitme zahmetini bile göstermeden öylece olduğu yerde dikilmeye devam etmişti yüzüne yerleştirdiği belli belirsiz tebessümle. Geri adım atmayı hiç istemiyordu canı.
Trenin rüzgarı sonunda dinip de kapılar açıldığında ayaklarının altında ezilen sarı çizgiyi geçip gitmişti genç öğretmen zahmetsizce. Yol boyu zihnini boş tutmaya çalışmış, yine de pek başarılı olamamıştı. Çareyi işten yeni geldiği halde zihni gibi darmadağın olan evi toplamakta bulmuş, bunu yaparken kendi zihnini de toparlayabileceğini ummuştu çaresizce.
Saatlerce evi temizlemiş olmanın verdiği yorgunluğa küvette geçireceği dakikaların iyi geleceğini umduğundan kendini sıcak suyun dinlendirici kollarına bırakmış, kendi kendine aklına gelip giden şarkıları mırıldanmıştı bir süre.
Yalnız yediği için olsa gerek oldukça iyi bir aşçı olmasına rağmen son derece yavan gelen bir akşam yemeğinden sonra biraz olsun soluklanmak için dünyaya açılan küçük, sevimli kapısında almıştı soluğu genç öğretmen. Balkonun en güzel köşesine kurulmuş, bakışlarını sokakta akıp giden insan seline yöneltmiş, sigarasını yakmıştı usulca.
Unuttuğu o boşluk hissi eski bir dost gibi bedenini yeniden kollarının arasına alırken derin bir nefes çekmişti sigarasından Jimin. Aklına okuduğu kitaptaki o meşhur cümle geldiğinde istemsizce mırıldanmıştı sözcükleri birer birer. "Tüm muhteşem hikayeler iki şekilde başlar: ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir."
Göğsüne oturan ağırlığı oradan söküp atmak istercesine derin bir nefes almış ardından kendi hikayesini düşünmeye koyulmuştu bakışlarını kömür karası gökyüzünü kucaklayan gri bulutlara çevirirken. "Benim hikayem daha yeni başlıyor." diye mırıldanmıştı kendi kendine "Hala bir şansım var sayılır değil mi?" diye sormuştu ardından bakışlarını gökyüzünden çekmeden. Tanrının bir yerlerde gözlerinin içine bakıyor ve gülümsüyor olmasını dilemişti istemsizce.
Sigarasını yeniden dudaklarına götürmeye hazırlandığı sırada kirpiğine düşen küçük bir yağmur damlası genç adamı günler öncesine, öğrencisinin yaralarını sarabilmeyi istediği o yağmurlu geceye götürmüş, genç öğretmen pek fazla vakit kaybetmeye gerek duymadan hızlıca ayağa kalkmıştı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Louder Than Bombs
FanfictionPark Jimin'in sakin denizi, öğrencisi Jeon Jungkook'un hayatına girmesiyle hırçınlaşacaktı.