Sevgili dostum Doktor Nash, mektubum elinize geçince yaşayacağınız şaşkınlığı görebiliyor gibiyim. Yıllardır size yazdığım mektuplarımda düşüncelerimi ve fikirlerimi hep kısa ve öz şekilde yazmaya özen gösterdim. Ama siz, zarfı açtığınız zaman önünüze yığılan kağıt birikintisine bir anlam verememiş olabilirsiniz. Belki her mektubumun altına yazdığım sıra numarasına dikkat etmeden kağıtları okumaya çalıştınız fakat bir mana bulamadınız. Önünüzdeki yığını aydınlatacak kağıt, şu an elinizde tutup okuduğunuz bu kağıttır. Peki, neden bu kadar uzun yazmak istediğimi sorabilirsiniz. Hemen cevabını vereyim: elinize geçen bu mektubumda her zamanki tartışmalarımız ve fikir alışverişimizden çok daha öte şeyler, bizzat yaşadığım olaylardan bahsettim. Üzülerek söylüyorum ki bu, size yazdığım son mektubum olabilir. Hemen endişelenmeyin, yıllardır sıkılmadan yazdığım siz değerli dostumu terk etmiyorum, yani, en azından bunu istekli bir şekilde yapmıyorum. Daha fena bir şey, Doktor, çok fena bir sebepten dolayı bu. Belki de sadece size değil herhangi bir insana yazdığım son mektubum olabilir. Ölüm döşeğindeyim, sevgili dostum. Bir türlü gelip beni almayan ölümü bekliyorum döşeğimde. Gerçi, her gün, her saat çektiğim ve bitmek bilmeyen bu inanılmaz baş ağrıları beni öldürüyor ama ah, keşke tek derdim bu olsa. Keşke bir tek baş ağrılarından muzdarip olsam. Her gün, ölümün beni annesi tarafından sürüklenip götürülen bir küçük çocuk gibi alıp götürmesi için dua ediyorum. İster kızsın, ister dövsün ama yeter ki alıp götürsün, kurtarsın beni bu acılarımdan.Biliyorum ki bu duam kabul olacak. Belki mektubum daha size ulaşmadan evvel ölüm saracak beni şefkatli kollarıyla, belki de yaşamın dayadığı kaldırılamaz yükün altında halen ezilmeye devam edeceğim.
Ama hala gülüyorum, biliyor musunuz? Hayır, ortada komik olan bir şey yok elbette. Güldüğüm şey kendim. Sizinle yüz yüze görüşmelerimiz sırasında benim nasıl pozitif ve enerjik biri olduğumu anlamışsınızdır. Yıllardır, en küçük bir sıkıntıya maruz kaldığı anda kendi kabuğuna çekilip keder yaşayan insanlardan hep nefret etmişimdir. İnsan güçlü olmalıdır, başına ne gelirse gelsin yine de pes etmemeli ve yaşama dört kolla sarılmalıdır diye düşünmüşümdür. Şimdi ise aylarımı geçirdiğim bu hastane odasında ruhani bir karanlığa bürünmüş olmak, hor gördüğüm insanlar gibi sayıklamak sadece güldürüyor beni. Çünkü bu ironik duruma karşı başka bir şey gelmiyor elimden. Şunu çok iyi anladım ki insan, dert çekmediği sürece dertlinin halinden anlayamıyor. Dertlilerin yaşadığı altüst olmuşluğu sadece bir zayıflık olarak algılıyoruz...Hastane odası demişken, sakın beni ziyaret etmeye kalkışmayın. Adını bile sormak istemediğim bu hastanenin bilmem kaçıncı katındaki odama hiç kimseyi sokmuyorlar. Hemşireler bile sadece kontrol etmek amaçlı odama gelmeden evvel tam teşekküllü donanıp öyle giriyorlar. Onların gözlerine bakınca, ne kadar iğrendiklerini ve ne kadar isteksiz olduklarını anlayabiliyorum. Zaten kapımda asılı duran "Biyolojik Tehlike" tabelasını görünce hangi insan evladı kendi isteğiyle girer ki buraya?
Sanki zehirli maddelerle dolu bir odaya girer gibi giyinmeleri zaten yeterince moral bozucu iken, bu odada tamamen yalnız oluşum ve zaman geçirmeme yardım edecek herhangi bir şey bulunmaması, bu karanlık ruh halime gayet fazla katkıda bulunuyor. Ne kadar vahim bir durumda olduğumu daha fazla anlatıp canınızı sıkmak istemiyorum, Doktor. O halde size bu duruma nasıl düştüğümü anlatmaya geçeyim.
(Not: Anlatacaklarım uzun olduğu için kağıtları arkalı önlü kullandım. Karıştırmamanız için her kağıdın altına sıra numarasını yazacağım.)
-1-
Beni bu umutsuz sonuca ulaştıran yolun başında büyük bir başarı yatar. Bu başarının ne olduğunu eminim ki siz de daha önceden duydunuz. Bu olay, televizyonlarda ve radyolarda yayınlandığında tarihçiler ve arkeologlar arasında büyük bir heyecan uyandırmıştı. Aradan fazla uzun süre geçmemiş olmasına rağmen mesleğiniz gereği bunu hafızanızda uzun süre tuttuğunuzu düşünmüyorum ve bu yüzden o olay neydi hatırlatmak isterim. 1985 yılının Ocak ayında, Roma'nın sınırlarının birkaç kilometre kuzeyinde, başkent ile kuzey şehirler arasında daha fazla bağlantı kurmak için yol yapımı başlanmıştı. Mühendisler, bağlantıların nereden başlayacağı ve nerede biteceği konusunda planlarını bitirmiş ve sunmuş, inşaat ekiplerinin işe başlamalarını bekliyorlardı. Plana göre yol, büyük araçlar için biraz riskli olsa da gayet uygun olan bir bölgede seçilmişti. Göğe uzanan, neredeyse tamamen dik denebilecek iki dağ arasına yapılacak yol için tek engel birbiri ardına uzanan üç küçük tepeciklerdi. Kazı ekipleri, yol yapımına başlamadan evvel bu tepecikleri düzleştirmeleri için görevlendirildi. Fazla uzun sürmeyecek bu işleme başladılar fakat her şey iyi gitmedi.Tepecikleri oluşturan toprağın altında fazlaca taş bulunmaktaydı ve kazı araçları bu anormal derecede sert taşları kırabilecek kuvvette değildi. Araçların yetersiz kaldığı bu yerde ekipler, insan gücü ile toprağı temizliyorlardı ve yolun da bu taşların üzerine yapılması yönünde karar aldılar. İki tepeceği yarı insan gücü yarı araç gücü ile düzleştiren ekipler, son tepeciği de düzleştirdiklerinde işleri bitecekti ama ne olduysa işte burada oldu. Yine makineler sahaya çıkıp toprağı becerebildikleri kadar kazdılar. Sıra işçilere geldiğinde, kazma vurdukları toprağın altında bir şey fark ettiler. Çevredeki taşlardan daha yumuşak ve daha koyu renkli bir taş blok, toprağın altında öylece yatıyordu. Meraklanan işçiler o şeyi oradan çıkarmak ya da en azından kırmayı denemek için makinelerini çalıştırdılar. Kazı makineleri, o taş bloka defalarca vurduktan sonra kırmayı başardı. İşçiler, ilk defa gördükleri bu yumuşak ve koyu renkli taşa bir anlam veremeseler de kalıntılarını süpürüp almaları gerekiyordu. Küreklerini kalıntılara daldırdıkları an altlarındaki yer sarsıldı ve kısa süre sonra çatlayıp büyük bir gürültüyle çöktü. O taş blok, hayli küçük olmasına rağmen çevredeki diğer taşların da yıkılmasına sebep oldu. Kazma ve kürekleriyle beraber üç işçi ve bir makine, açılan devasa yarık tarafından yutuldu.
Çöküntünün gayet derin olduğunu anlamak için ışık tutmaya gerek yoktu. Aşağıya doğru bağırıldığında oluşan yankı, uçsuz bucaksız derinliğini belli ediyordu. Düşen işçileri kurtarmak için çağırılan kurtarma ekibi de çok derin olduğunu onaylayacak ve işçilerin bu düşüşten sağ kurtulma şanslarının sıfıra yakın olduğunu belirtecekti. Bu hazin olaydan sonra kazı işlemleri durduruldu ve direk devletin kendi gönderdiği bir araştırma ekibiyle orada neler olduğu konusunda soru işaretleri giderildi. İşçilerin yanlışlıkla göçerttiği bu mağara, "Mavi Şeytanlar Mezarlığı" idi. Olaya arkeologların da dahil olmasıyla birlikte buranın geniş (gerçekten geniş) bir Etrüsk mezarlığı olduğu anlaşıldı. Romalılardan önce bölgeye egemen olan Etrüsklerin yeraltı mağaralarına ölülerini -özellikle önemli kişileri- gömdükleri biliniyordu fakat bu yer, şuana kadar ortaya çıkarılan mezarların en büyüğüydü ve mağara duvarlarına çizilmiş mitolojik yaratıklar, özellikle de bir at arabasını kovalayan mavi şeytanlar resmi sayesinde ilgi çeken bir buluş oldu. Tabii hırslı bir coğrafyacı olarak ülke içinde meydana gelen her şey ilgimi çekiyor, Doktor Nash, bu yüzden oraya gidip neler olduğunu kendi gözlerimle görmeye çalıştım, hatta bizzat o anları yaşamış bir işçinin ağızından olayları duyma fırsatım oldu.
Bir hafta boyunca arkeologlarla beraber orada çalıştım. Bir jeolog olarak taşların ve mağaranın içerisindeki madenlerin yapısını inceledim. Ülkedeki diğer olayları unutup buraya merak saran medya için de küçük bir röportaj verdim ama bilmiyordum ki bu konuşmam beni daha yüksek bir yere çıkaracaktı.
Bu olaydan birkaç gün sonra elime geçen bir mektup ile havalara uçacaktım neredeyse. Bu mektup, Alp Dağları'nda yeni kurulmuş bir alternatif enerji araştırma merkezinden geliyordu.
"Değerli Jeolog Profesör Luca Ozario," diye başlıyordu. Ülkenin kuzeydoğusundaki Sondrio ilinin yamaçlarına yeni kurulmuş olan bu araştırma merkezi, ilk adımlarını atabilmesi için ülkenin değerli isimlerini bünyesinde toplamaya uğraşıyordu. Yazılanlara göre kalıcı olarak çalışmaları için fizikçiler, kimyacılar, mühendisler ve coğrafyacılar çağırıyorlardı. Ekledikleri nota göre uygun görülmüş sadece üç coğrafyacıdan biri bendim.
Her ne kadar alenen davet edilmiş olmak koltuklarımı kabartmış olsa da o an bu davete icabet edemedim. Davetiye elime geçtiği zaman, Ancona Üniversitesi'nde ders vermekle meşguldüm ve ders programım henüz bitmemişti. Ben de karşılık olarak öğrencilerimi yüz üstü bırakamayacağımı, ancak dönem bittiğinde, yani iki hafta sonra gelebileceğimi belirten bir mektupla karşılık verdim.
-2-
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Tepenin Gözleri
Mystery / ThrillerJeolog profesör Luca Ozario, yapılan bir keşfi fırsat bilip kendini öne çıkarınca yeni kurulan bir araştırma merkezine davet edilir. Alp Dağları'nın kıyısında bulunan bu merkeze geldiği günden itibaren işler hiç de beklediği gibi gitmez. Bir yandan...