Merkezdeki ilk gecem hayli ürkütücü geçmişti, dostum Nash. Eğer yanımda olsaydınız, size sormak istediğim birkaç şey olurdu. En son Bay Doriano'nun hayatından bir şeyler yazmıştım size. O gün, üzgün meslektaşımla saatler geçirdim. Sonunda gözyaşları tükenince ve eski, kara hatıralarına doğru çıktığı geziden sağ salim geri dönünce şu fikrinden bahsetmeye başladı bana. Şimdi Nash, lütfen bana gücenmeyin fakat merkezin belirli bir gizliliği var ve her ne kadar şu an oradan uzakta olsam da bu gizliliğe sadık kalmam gerekli. Bu yüzden Doriano'nun fikri neydi bunu size açıklamam yanlış olur. Ama benim aklımı kurcalayan şey başka bir şey idi. İzninizle oraya doğru geliyorum.
Akşam yemeğinden sonra odama çekilmek üzere gidiyordum ki şu lanet herif, kim olduğunu eminim ki anladınız, kapısının önünde, elleri pantalonun cebinde sokulu halde beni gözetliyordu. Birileri tarafından, özellikle sevmediğim insanlar tarafından gözetlenmek şu dünyada en çok nefret ettiğim şeydir. Herkesin olduğu gibi benim de kişisel hayatımın gizliliği var ve ne olursa olsun bunun çiğnenmesini asla hoş karşılamam. Ama ne yazık ki Rio'nun lütfen beni döv çağrısına kulak vermedim. Bay Doriano'nun hikayesinden sonra iyice emilip gitti bütün enerjim.
Odama girdiğimde duvarda elimi gezdirip lambanın tuşunu aradım. Bulup bastığımda çıkan tık sesi ile lambadan etrafa yayılan sarı ışık, karanlığı def etti. Saatlerdir içinde durduğum takım elbisemden kurtuldum. Üzerime rahat bir şeyler geçirdikten sonra yanımda getirdiğim radyomu dinlemek istedim ama bu dağın başında, belli belirsiz konuşmalar ve bolca cızırtıdan başka bir şey dinleyemedim. Salonumdaki televizyonu göz ardı edip kütüphaneden aldığım şiir kitabını okuyayım bari dedim ama o da beni pek tatmin etmedi. Son çare olarak yatağımda bir sağa bir sola döne döne uyumaya çalıştım fakat teşebbüsümden sadece bir saat sonra uyanıverdim. Vakit geçirebilmek için mecburen o camlı kutuyu çalıştırdım. İlk başta çalışacağından emin değildim. Radyonun doğru düzgün çalışmadığı bir yerde televizyon nasıl çalışsındı ki? Ama beni yanıltıp çalıştı. Hayret ettiğim bu durumun açıklamasını sonradan Cheney, uydu yayını değil kablo yayını ile çalıştığını söyleyerek yaptı. Televizyon izlemeye alışkın değildim. Fakat diyebilirim ki birazcık tadına bakmaktan zarar gelmiyormuş.
Saatler ilerleyip uykum bastırınca yatağıma döndüm yeniden. Yine bir sağa bir sola egzersiz yapa yapa uyumaya çalıştım fakat bir dakika bile uykuya dalamadım. Apaçık yerimi yadırgıyordum. Belki biraz daha oyalanırsam uykum gelir dedim kendi kendime ve yeniden salona döndüm. Burada, televizyonun bulunduğu ünitenin çaprazındaki duvarda bir kapı bulunuyordu. Daha önce gözlerimin es geçtiğine şaşırdığım bu kapının arkasında minik bir balkon varmış meğer. Siyah, düz demirlerle korunan bu balkonum beyaz karlarla süslenmişti. Karları elimle temizleyip aşağı atınca cebimdeki paketten bir sigara çıkarıp hafif esen rüzgara karşı tüttürmeye başladım. Balkonumun olduğu yerden dağın aşağı kısımlarını ve halen bir sis tabakasıyla örtülü Sondrio'yu görebiliyordum. Bir anlık gelen düşünceyle gülümsedim; Johanna Spyri'nin Heidi'sine benzettim kendimi. O da karlı dağlarda büyükbabasıyla yaşıyordu minik kız.
Fakat bu gülümsemem yarıda kesildi. Sigaramdan tüten dumanların arasından bir çift göz izliyordu beni. Bu gözleri fark ettiğim an üzerime soğuk sular dökülmüş gibi donup kaldım olduğum yerde. İlk başta orada kaç göz olduğunu inanın bana çözemedim. Kırmızı, sarı ve mor renklerinden oluşan gözler sinsice bakıyordu bana. Hayır, fazla uzakta değildiler. Yamuk duran rüzgar tirbününün üzerinde duran bir baykuşa aitti bu birden fazla renge sahip gözler. Tıpkı bir kamera gibi orada oturmuş, tüylerini kabartmış ve gözlerini üzerime dikmişti. Başka hiçbir şey yapmıyordu. Her ne kadar zararsız bir halde olsa da iyiden iyiye ürkütmüş ve rahatsız etmişti beni. Alelacele ağızımdakini bitirip içeriye geçtim.
-9-
Bir süredir zihnimi meşgul eden o acayip baykuştan sonra uyumayı nasıl becerdim, anlayamadım. Yine de -her ne kadar kendi yatağım gibi yumuşak olmasa da- yeni yatağımda uykuya dalmayı başarmışım. Sabah, herhalde seyahat yorgunu olduğumdan olsa gerek, geç uyandım. Bir beton gibi ağırlaşmış göz kapaklarımdan gözlerimi kurtarmaya çalışırken odamın kapısına vuruldu birkaç kez. Uyku sersemliğinden dolayı yarı uyur şekilde kalkıp kapıyı açtım daha üzerimi bile değiştirmeden. Beni uyku ile uyanıklık arasındaki savaştan kurtaran kişi, Doriano idi. Dünkü dertleşmemizden dolayı bana ısınmış olmalı ki kahvaltı için uyandırıyordu beni. Hemen yüzümü yıkadım, üzerimdeki pijamaları çıkarıp dün giydiğim lacivert takım elbiseme girdim yine. Saçımı da taradıktan sonra yeni günün getireceklerine hazırdım.Kahvaltıdan sonra ikinci kattaki toplantı odasındaydık. Daha önce de belirttiğim gibi, her sabah toplanacaktık burada. Belirlenen disiplin ile oturuyorduk. Doriano, ben ve cüce Rio.Burada, Müdür Basilio'nun emriyle bir saat sonra meslektaşım Doriano ile sahaya çıkacaktık. Amacımız arazide, bu yeni arkadaşımın fikrine uygun bir bölge bulmaktı. Bunun yanı sıra merkezin çevresinde, ilginç olsun veya olmasın, ne varsa rapor etmekti. Yalnız, bu sırada Cheney ve Rio da araziye çıkacaklardı. Tek ümidim o Rio denen herif ile aynı vakte denk gelmemekti -ki öyle oldu. Biz yola çıkmak üzere garaja indiğimizde üç jipten biri ortalıkta gözükmüyordu.Doriano'nun şoförlüğü ile merkezden uzaklaşıp eğimli araziden yukarı tırmandık. Burada arazi düzleşiyordu. Önümüzde uçsuz bucaksız bir beyazlık ve yer yer yükselen koyu renkli odunlarıyla ve soluk yeşil yapraklarıyla ağaçlardan başka bir şey yoktu. Eğer bu ağaçlar da olmasaydı, kendimi bir A4 kağıdının üzerindeymiş gibi hissederdim.
Öte yandan, kendimizi şanslı hissediyordum. İnsanın yüzünü ve açıkta neresi varsa kılıç gibi kesip geçen sabah esintisinden başka hava gayet iyiydi. Güneş, altımızdan akıp giden karları bembeyaz parlatıyordu. Yaklaşık on beş dakika boyunca hiçbir yöne dönmeden ilerledik parlak karların üzerinde. Ben de Doriano'nun yanında, ön koltukta dışarısını seyrediyordum verilen görevimizi yerine getirmek için. Ama karlar ve seyrek ağaçlar dışında hiçbir varlık yoktu bu ürkütücü derecede yalnız yerde. Sonunda bir yerde durduğumuzda, Doriano arabadan inip hemen yanıbaşımızda duran devasa ağaca hayranlıkla bakakaldı. Ben de inip yanına gittiğimde bunun ne ağacı olabileceğini sordu. Bu abartılı derecede büyük ağaç, az önce gördüğüm cılız ağaçların bir türeviydi. Tıpkı onlar gibi soluk yeşil yaprakları vardı fakat gövdesi ise tamamen siyah renkliydi.
Bu ağaca Alp Karaçam Ağacı deniyordu. Ama bölgedeki diğer ağaçlarla yarıştırılamayacak boyutlardaydı. Geriye çekilip ağacı tüm ihtişamıyla görmek istedim. Tepesine doğru baktığımda aniden vücudumu saran korkuya engel olamadım. O şey oradaydı. Dün beni balkondayken izleyen o acayip baykuş orada durmuş bizi izliyordu. Benim onu fark etmemin ardından havalanıp uçtu ve kısa süre içinde gözden kayboldu. Bu kuşu Doriano da görmüştü, hatta onu görüp görmediğini tekrar ve tekrar sordum kendisine. O da kısa bir cevapla kestirip attı:
"Buralar iyi bilmediğimiz yerler, Ozario. Bırakın renkli gözlü baykuş görmeyi, dört kanatlı ve yirmi bacaklı kurt görsem bile şaşırmam."
Bu sözleri söylerken, gerilmiş gibi sert söyleyişi gözümden kaçmadı. Doriano'nun sakladığı bir şeyler mi vardı yoksa?
-10-
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Tepenin Gözleri
Mystery / ThrillerJeolog profesör Luca Ozario, yapılan bir keşfi fırsat bilip kendini öne çıkarınca yeni kurulan bir araştırma merkezine davet edilir. Alp Dağları'nın kıyısında bulunan bu merkeze geldiği günden itibaren işler hiç de beklediği gibi gitmez. Bir yandan...