4

80 27 9
                                    

Beraber ilerlerken önünden geçtiğimiz kapıların üzerindeki isimleri okudum ama hiçbir profesörün ismi tanıdık gelmedi bana. Odaların bulunduğu koridoru arkamızda bıraktık. Basamakları inip biraz daha ilerledik ve güvenlik odasından biraz daha ileride ise yine basamaklar vardı. Onları çıktıktan sonra girdiğimiz odada enfes kokular yükseliyordu. Masalar ve sandalyeler düzenlice yerleşmişti, yemekhanenin mutfak kısmından gelen gürültülere göre anlaşılıyordu ki tencereler kaynıyordu.

"Belirli saatlerde yemek yiyoruz, Profesör." dedi Cheney. "Ama aşçılarla iyi muhabbet kurarsanız bu kuralı ortadan kaldırabilirsiniz." diye gülerek ekledi sonradan.

Yemekhane kapısının hemen yanında ise bizi yukarı kata taşıyacak merdivenler bulunuyordu. Burada Cheney, kendi tasarımı olarak tanıttığı, içerisinde büyükçe dört elektrik jeneratörü ve birbirine kablolarla bağlı bobinlerle dolu güç odasını tanıtıp teknik özelliklerini saymaya başladıysa da ne kadarını dinledim, bilmiyorum. Güç odasının biraz ilerisindeki oda, toplantı odasıydı. Her gün, herkes burada toplanacak ve ne ile uğraşıyorlarsa onları anlatacaktı. Toplantı odasından çıktığımızda sağa döndük ve neredeyse Ortaçağ şatolarından çalınma gibi duran, örme demir ile pencerelendirilmiş, üzerinde Aziz Marko'nun sembölü olan kanatlı aslan figürü bulunan çift kapıları gördük. Burası, pek de geniş sayılmasa da hatırı sayılır bir kütüphaneydi. Eli kılıçlı aslanları aşıp içeriye girdiğimde zamanda yolculuk etmiş gibi hissettim. Odanın içerisinde her şey ahşaptan yapılmaydı. Kahverengi ve sarı renkleri her yere hakim olmuştu. Sadece bunlar değil, ateşi demir parmaklıklar ve cam ile korunan meşaleler ile aydınlatılmış olması tam bir Ortaçağ havası veriyordu insana.

"Buradaki monoton hayatı biraz tatlandırmak istemişler." diye yorumladı Cheney.

Tamamen ahşaptan yapılma rafların arasında göz gezdirdim fakat -en azından benim için- ilgi çekici bir şeyler bulunmamaktaydı.

Kütüphaneden ayrılınca Cheney'in işi burada bitiyordu. İtiraf etmek gerekirse, bir araştırma merkezinden beklediğim şeyler tam olarak böyle değildi.

"Devlet desteği olmadan tamamen özel şirketlerin inşaa ettirdiği bir yer burası, Bay Ozario. Bu korunmalı dağlar üzerine böyle bir yer dikmek de devlet hazinesine bayağı katkıda bulunmuştur herhalde. Haliyle elden gelen bu. Ama yerin altında, bodrum kat dediğimiz yerde, büyük bir laboratuvar ve çalışma odaları var. Orayı da göstermek isterdim fakat on beş dakika içinde yemek servisi başlamış olacak ve benim de odama dönmem gerekiyor. Yemekhanede görüşmek üzere." Bu sözlerinden sonra Cheney yanımdan ayrıldı.

Her ne kadar tarih seven biri olmasam da bu Ortaçağ kütüphanesine hayran kaldığımı itiraf edeyim. Az önceki hızlı tarayışımla haksızlık ettiğimi düşünüp yeniden içeriye girdim ve boş zamanlarımda okuyabileceğim bir kitap bulmaya koyuldum. Diğer kitapların arasında boğulmuş ufak, beyaz ciltli bir kitap ilişti gözüme. İlk birkaç sayfasına göz attıktan sonra bu şiir kitabını yanıma alıp odama döndüm.

-7-

Ben zahmet edip gidene kadar yemekhane çoktan dolmuştu. İçeriye girip nereye oturacağım ben diye düşünürken tanıdık genç bir ses bağırdı ismimi.

"Bay Ozario! Buraya, buraya!"

Bu ses Cheney'den başkası değildi. Çelik tabldotun içinde, ben yürüdükçe kıpırdaşan yemeklerimle beni çağıran sesin yanına gittim. Biri kısa diğeri uzun boylu iki adamın arasındaki boş sandalyeye oturup keyifle yemeğimi yemek üzereydim ki yıllardır duymadığım bir insanın sesi delip geçti kulaklarımı.

"Demek sonunda gelebildin, Ozario."

Başımı çevirdiğimde gördüğüm kişi ile sinirlerim hopladı. Bu cüce herif, zamanında mahkemelik olduğum Rio'nun ta kendisiydi. Bir de yüzsüzce, hiçbir şey yaşanmamış gibi ahkam kesiyordu bana. Tanrı aşkına Doktor Nash, eğer o an elimde bir sineklik olsaydı, onun kafasına indirip o cüce bedenini sandalyesine yapıştırmak isterdim. Ama onun seviyesine inmeyip sadece hoşbulduk Rio, demekle yetindim.

Öbür yanımda ise benden yaşlı, yüzündeki kırışıklıklara bakılırsa ellilerinin sonlarında olan esmer bir adam oturuyordu. Oturuyordu dediysem, sakın yanlış anlaşılmasın, sadece bedeni buradaydı, aklı ise kim bilir nerelere uçmuştu. Nerede olduğunu bilemem ama çatalını çorbasına daldırıp içmeye çalışacak kadar uzaklaşmıştı buradan. Ben omuzuna dokununca titreyip kendine geldi ve tanışma fırsatımız oldu. Anlattığı kadarıyla zamanında siyasi hayatı olmuş meslektaşım Profesör Doriano, eşinin ani gelen ölümü ve bir türlü zihnini rahat bırakmayan uğursuz hatıralarını arkada bırakmak için gönüllü gelmişti buraya. Eğer bıraksaydım orada saatlerce dertleşebilirdi benimle fakat o an benim de açlık gibi bir derdim vardı. Burada itiraf edeyim ki yediklerimin pek tadı tuzu yoktu. Bir ara acaba bir şekilde tuz bulabilir miyim diye düşünsem de dilimin ve boğazımın küskünlüğüne engel olamadım.

Yemeğimi henüz bitirmiştim ki aniden arkamda beliriveren Müdür Basilio, elini omuzuma atıp konuşmaya başladı.

"Umarım yemeğinizi afiyetle yemişsinizdir, Profesör Ozario. O halde biraz iş konuşalım," dedi ve diğer elini de Doriano'nun omuzuna attı.

"Bay Doriano'nun aklında müthiş bir fikir varmış. Ama gerçekleştirebilmesi için yanına birisi gerekiyor, bir meslektaş. Sizden isteğim onun projesinde yer almanız." diyerek devam etti ve onay istercesine Doriano'nun yüzüne baktı. O da olur anlamında başını sallayınca ben de mecburen kabul ettim. Basilio, tam arkasını dönüp gidecekken bir şey hatırlamış gibi geri döndü.

"Bu arada Profesör Ozario, bugün tatil. Pazar günleri çalışmıyoruz. İsterseniz şehre inip tatilinizi orada geçirebilirsiniz."

Her ne kadar biraz gevşemiş olsam da bu melankolik meslektaşımı bırakırsam günah işlemiş olurum gibi içim acıdı. Zaten o acayip şehirden sağ kurtulduğuma şükür ederken yeniden oraya gitmek gibi bir niyetim yoktu. Sondrio kendi sisiyle boğuladursun, ben meslektaşım Doriano ile onun odasına gidip şu fikir hakkında konuşmayı yeğledim.

Aslında iyi mi ettim yoksa kötü mü, bilemedim. Projesi ile ilgili çok az konuşabildim onunla. Benim boşboğazlığımdan mı yoksa adamcağızın içinde birikip ruhuna ağırlık katan hatıraları ortaya dökmek istemesinden mi bilmem, işten çok kendisi hakkında konuştu benimle. Yaşadığı şeyler hiç de iç açıcı değildi. Her şeyin güzel gittiği zamanlarda, kaderin acımasızca indirdiği darbesine maruz kalmıştı bu adam. Zaman zaman kendine hakim olamayıp gözyaşlarına boğulan bu benden yaşlı adamı teselli etmekle geçti saatlerim.

Bay Nash, aslında bu zavallı adamın anlattıkları, çok daha çetrefilli ve halen net olarak çözülememiş şeylerle ilintili. İtalyan siyasetini takip etmediğinizi biliyorum ve bu yüzden olabildiğince kısa keseceğim. Yaklaşık on yıl kadar önce, majör bir parti, diğer muhalefete ve elbette hükümete karşı elini güçlendirebilmek daha ufak ama benzer görüşlü iki parti ile birleşme kararı almıştı. Biz halk olarak, ilk başta ellerini sıvazlayan mutlu siyasetçiler resmi gördük fakat sonradan, anlaşıldığı kadarıyla partiler arasındaki usulsüz olaylardan dolayı birdenbire üç parti de birbirine düşman oluverdi. Aralarında neler geçtiği hiçbir zaman açıklanmadı fakat hüsumetin iyice büyüyüp araya Sicilya mafyasının girmesini göz önünde bulundurursak, hayli ciddi şeyler yaşanmış olmalı. Yanlış hatırlamıyorsam Doriano da bahsi geçen bu ufak partilerden birine dahil olduğunu söylemişti ama bu meselelerden dolayı ailesini kaybedince- ya da daha doğrusu ölümlerine sebep olunca sıyrılıp çıkmak zorunda kalmış.

O olaydan beri hayattan ciddi anlamda kopmuş, meslektaşım Doriano. İntihara teşebbüs edip hayatının çilesinden kurtulmak istediğini bile itiraf etti bana. Ama onu da beceremeyince eline geçen ne varsa onu yamamaya uğraşmış yarasına. Gönüllü işlerde görev almış, hayvan beslemeye uğraşmış, alkolün cazibesine bile yenik düşmüş ama halen, okyanusun ortasında bir oraya bir buraya savrulan bir sandal misali, kanayan ruhuna bir ilaç bulamamış. En son olarak bu merkeze başvuruda bulunup kabul edilince biraz rahatlamış. Ayrıca burada hem psikolog hem de merkezin doktoruna yardımcı olarak görev yapan Bay Merisi ile tanışınca yarasını dikmeye başlamış yavaş yavaş.

-8-

Tepenin GözleriHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin