Anlattıklarımdan sonra Merisi, sanki sıkıntılarım ağır gelip onu ezmiş gibi, oturduğu koltukta iyice yayılmıştı. Ben anlattığım sürece bir eliyle başının yanını tutuyordu, ben anlatımımı bitirip sustuktan sonra da aynı pozisyonda devam etti.
"Aranızdaki bağın çok güçlü olduğu anlaşılıyor, Bay Ozario. Görüşmeleriniz kesildiğinden beri bu bağın tek bir telinin kopmamış olması gerçekten takdire şâyan. Buna dayanarak söyleyebilirim ki çektiğiniz acı, dışarıya gösterdiğinizden çok daha derin. Öyle değil mi?"
Haksız değildi. Evet, insanın yaşadığı şeylerin gelir geçer olduğuna ve aşırı içselleştirerek abartmanın saçma olduğuna inanıyordum. Ama bu olay neticesinde anladım ki, hiçbir şey gelip geçici değildi. Kim bilir, belki yaşadığımız her şeyi saniye saniye kaydediyorduk ve bu hatıralar, bir fırsatını bulduğu an devreye girip insanın duygularına etki ediyordu. Tabii bir jeolog olarak insan duygularına aklım çalışmaz, Bay Nash. O yüzden konu psikoloji olduğunda es geçmeyi yeğlerim. Ama herkes için geçerli olan bu durum ile ilgili bilgi edinmenin gerekli olabileceğini yeni fark ediyorum.
"O halde Bay Ozario," diye devam etti. "Düşünmem için bana biraz zaman verin. Siz de bu esnada kendinizi yormamaya dikkat edin. Ben tekrar size uğrayacağım." dedi ve yerinden yavaşça kalkıp odamdan çıktı.
İtiraf etmeliyim ki ilk defa yalnızlıktan korktum. Merisi kapıyı açtığı zaman sanki dostum Mushen ile ilgili ne kadar düşünce varsa odama dolmasına izin verdi ve beni bu işkenceyle yalnız bırakıp gitti. Mushen ile ilgili her şey yavaş yavaş zihnime dolmaya başladıkça sehpamın üzerinde duran ve inatla düzgün çalışmayı reddeden radyomla bakıştım. Mushen'in anıları aklımı kemirirken cansız bir eşyadan sessiz bir yardım dilenecek kadar çaresizdim.
Neyse ki bu anılar beni boğup öldürmeden önce bir kurtarıcı kapımı tıklatıp beni serbest bıraktı. Gerçi, son iki saattir resmen kendi zihnim bana işkence yapıyordu fakat geç gelen yardım, hiç gelmeyen yardımdan iyidir.
Gelen kişi, beklediğim gibi, Merisi'ydi. Sözünde durup bir şeyler düşünmüş ve bana anlatmak için gelmişti. Hiç bekletmeden içeri geçmesine izin verdim ve konuşmasını bekledim. Yine aynı yerine oturduktan sonra sonunda ağızını açtı.
"Bakın Bay Ozario, ben terapist olarak çalışan biri değilim. Bu yüzden sizinle daha fazla görüşmemiz olabilir." dedikten sonra biraz duraksadı. Ne diyeceğini düşünüyordu belli ki. Kolundaki saate baktıktan sonra devam etti.
"Biliyorsunuz, on dakika sonra akşam yemeği dağıtılacak. O yüzden kısa keseceğim. Böyle bir durumda size yardım edebilecek tek kişi, sizsiniz. Ben, sihirli bir dokunuşla sıkıntılarınızı çekip alabilecek biri değilim, bunu kimse yapamaz. Size tavsiyem, yoğunlaşma terapisidir. Bu terapi şeklinde, hissettiğiniz duyguları baskılamadan, umursamayıp bir kenara atmaya çalışmadan onlara konsantre olmanız gerekiyor. Size kesin bir garanti veremem ama az çok işinize yarayacağından eminim." dedi ve yerinden kalkıp kapıya yöneldi. Bu sırada bir şey hatırlamış gibi arkasını döndü.
"Takdir edersiniz ki bu terapi sırasında sizinle daha sık iletişimde olmam gerekir. Duygularınızın hükmü altındayken yalnız kalmak hiç kimseye iyi gelmez." diye sonlandırdı ve gitti. Bu son cümlesini neden söyleme ihtiyacı hissetti bilmiyorum. Ama fena halde içime şüphe düşürdü. Yoksa bir anlık fenalık ile kendime bir şeyler yapacağımı mı sandı? Daha kötüsü, aklımı kaçıracağımı mı düşündü? Zaten fikri veren o değil miydi? Asıl kendime sorduğum şey, neyin peşindeydi bu adam?
-27-
Akşam yemeği sırasında acaba nasıl gözüktüğümü hayal edince kendime gülüyorum. Zaten baştan beri şüpheli davranışları olan Doriano'nun yanıbaşında yemek zorunda olduğum için ister istemez acayip davranışlar sergilemiş olabilirim. Gerçi herkes o an midesine bir şeyler tıkıştırmakla meşguldü fakat eminim ki aralarından biri, pür dikkat Doriano'yu izlediğimi ve onun bazı kol hareketlerinden ürktüğümü görmüştür.
Düşünün ki, Bay Nash, yakın bir arkadaşınız yemek esnasında masadakilerin hareketlerinden korkuyor... Eğer ben böyle bir durum görseydim, o zavallı adamı hiç de tekin bulmaz, kendimden olabildiğince uzak tutmaya çalışırdım.Neyse ki göremediğim bir yerlerden fırlayan bir bıçak beni ölüme götürmedi veyahut ani bir yumruk ile bayılıp gitmedim. Her şey olduğu gibiydi. Her şey çok mu normaldi yoksa ben mi anormaldim, o an bunu kestiremiyordum.
Yemeğin ardından, Rio olayından en az benim kadar etkilenmiş olan Cheney ile kütüphaneye çekildik. Kendisi, pek çok kez sahneye çıkmış şu meşhur baykuşlara iyice kafayı takmış gibiydi. Ortaçağ'dan fırlama bu mekana gitme fikri ondan gelmişti, kitapları kurcalarsak belki o malum yaratıklar hakkında bir şeyler bulabiliriz diye umuyordu. Geçenlerde bana ikram ettiği sütten de bir şişe getirme nezaketinde bulunmuştu. Her ne kadar kendisi bir yudum bile içmemiş olsa da benim sayemde şişenin dibini gördük. Cheney'in Langre köyünden getirdiği bu süt gerçekten lezzetliydi. Normal bir süt tadının yanı sıra sütün mide bulandırıcı kokusunu bastıran bir madde daha vardı fakat bunun ne olduğunu ikimiz de bilmiyorduk.
Ben, rastgele seçtiğim bir kitabın sayfalarını karıştırırken Cheney, "İşte burada!" diye bağırdı. Ardından elinde tuttuğu kitabı hızlıca önüme atar gibi koydu. Raflara baktığım zaman çarpık ve dağınık şekilde, tıpkı önümdeki kitap gibi resmen fırlatılmış kitaplar gördüm. Onların üzücü görüntüsü bir yana dursun, Cheney'in arayıp bulduğu kitaptaki fotoğrafı görünce hemen dikkatimi çekti.
Fotoğraftaki şey, altında yazan isime göre "Bubo scandiacus" ya da hepimizin anlayacağı isime göre kar baykuşuydu. Daha önce pek çok kez karşılaştığım o canavarlarla bir husus dışında tıpatıp aynısıydı. Fotoğraftaki baykuşun gözleri renkli değildi. Siyah beyaz basım olmasına rağmen göz renginin açık bir renk olduğu anlaşılıyordu ama kesinlikle benim gördüğüm o renklerde değildi. Soğuk seven ve karda yaşayan canlılar üzerine yazılmış bu kitabın kar baykuşu hakkındaki yazılarını baştan sona okudum. Ama ne yazık ki hiçbir yerde göz renginin değiştiğine dair bir bilgi yoktu. Artık şu kesin bir şeydi: buradaki baykuşların davranışları doğal bir durum değil.
Cheney ile bu konuyu bir süre tartıştık. Pek çok ülkede rastlanan bu baykuşlarda bu tuhaflığa yol açabilecek etken ne olabilirdi? Bu etken, genel olarak kar baykuşlarını etkiliyorsa neden bugüne kadar bir tane bile kar baykuşu saldırısı ihbar edilmemişti? Cheney'e göre bu, sadece Alp Dağları'na özgü bir durumdu. Onun teorisine göre baykuşların ortamına zarar veren bir tür ortaya çıkmıştı ve baykuşlar da buna tepki olarak agresifliğe doğru evrim geçirmişti. Gözlerindeki renk bozukluğunu da bu değişimin hormonel kanıtı olarak gösteriyordu. Zaten aklımı meşgul eden onca soru varken bir de bunun eklenmesi iyice yordu beni. Baykuş konusu hakkında zaten allak bullak olmuş aklımı daha fazla yormadan tartışmayı sonlandırdım. Daha sonra cevaplamak üzere bu konuyu aklıma kazıdım ve dinlenmek için odama çekildim.
-28-
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Tepenin Gözleri
Mystery / ThrillerJeolog profesör Luca Ozario, yapılan bir keşfi fırsat bilip kendini öne çıkarınca yeni kurulan bir araştırma merkezine davet edilir. Alp Dağları'nın kıyısında bulunan bu merkeze geldiği günden itibaren işler hiç de beklediği gibi gitmez. Bir yandan...