• BÖLÜM 20 •

746 45 34
                                    

Anılar, hafızamızın büyük bir çoğunluğunu oluşturur. Yaşadığımız her bir anı bizim bu hale gelmemizin nedenidir.

Neden?

Kötü bir insanın neden kötü olduğunu bilmek için geçmişine bakmamız gereklidir. Çünkü her insan masum doğar, her insan yaşadıklarından dolayı, iyi veya kötü olur.

Her şeyin bir nedeni vardır. Nedensiz hiç bir şey yapmayız.

Peki, neden benim çocuğumu kaçırmışlardı?
Neden beni öldürmek istediler? , Neden?

Bunu cevabını bulamıyordum, asla bulamıyordum. Bizden ne istiyorlardı?

Ya da asıl soru bize bunu yapan kim veya kimlerdi?

İşte problemin bilinmeyenlerinden biri de buydu.

Kim?
Neden?
Niye?

3 soruyla problemi çözebileceğimi biliyordum ama bu üç sorunun cevabını bulamıyordum.

Kendimi bir uçurumun kenarında sarkıyor gibi hissediyordum, düşmemi engelleyen tek şey sevdiklerimle birbirimize bağlandığımız halatlardı. Halatlardan biri babamla birlikte gitmişti. Ve ben uçurumdan düşmeye bir adım daha yaklaşmıştım. Karşımda, beni tutan halatlardan birinin sahibi de Emreydi. En büyük halat ona aitti. Onun kopmasıyla benim uçurumdan düşmem kaçınılmaz bir gerçekti.

İlk önce oğlumu, sonra da babamı kaybetmiştim. Şimdi Emreyle, annemi de kaybedersem yaşama gücümün gideceğinden emindim.

Cenaze işleri çok çabuk bitiyordu, bunu sevdiğini kaybeden insanlar daha iyi anlardı. Gözümü açıp kapatmamla her şey bitip gitmiş, ben babasız, annem kocasız kalmıştı. Geriye kalanların çokta umrunda olduğunu düşünmüyordum. En azından bizim kadar acı çekmiyorlardı.

Evimizin penceresinden orman manzarasını izliyordum. Geriye gelen anılarımla nasıl başa çıkacağımı, neler yapacağımı bilmiyordum. Babamı kaybedeli, 5 gün olmuştu. Oğlumu kaybedeli, 2 yıl. Bu acı gerçek beni sonsuz bir karanlığa hapsetmişti. Ne yapacağımı bilmiyordum. Hiç bir şey bilmiyordum. Kendimi çok yorgun hissediyordum sadece.

Babam ve oğlum artık hayatımda değildi ne acı. Ne babam oğlumu görebilmişti, ne oğlum dedesini. Aslında oğlum babasını bile görememişti...

Arkamda açılan kapıyla hemen oraya döndüm. Kapının eşiğindeki, defalarca aşık olduğum adamın gözleri, acı acı bana bakıyordu. "Buldun mu?", diye sordum. Tek derdim şu an buydu. Onu bulmuş olup olmamasıydı. "Buldum." dedi. Dolan gözlerimi silip, açtığı kapıdan dışarıya çıktım. Çalışanların telaşlı bakışları üzerimizdeydi. Kimseyi umursamadan bir hışımla evden çıkıp, kapının önündeki kapısı açık, siyah jeepin sürücü koltuğuna bindim. Emre hemen yanımdaki koltuğa oturup kapıyı kapattı. Arabanın lastiklerinin taşlı zemine bıraktığı seslerle birlikte evden çıktık. Daha fazla bekleyecek sabrım kalmamıştı. Canımı alıp götürmüşlerdi, artık kedinin kaplan olmak vaktiydi. Asla bana bulaşılmayacağını, sevdiklerime bulaşılmayacağını göstermemin vaktiydi.

Emre bir yandan bana yolu tarif ederken, diğer yandan telefonuyla Emir ile konuşuyordu. "Sağdan. Evet Emir geliyoruz. Babama bir şey söyleme. Hayır. Kimse bilmiyor.", evet kimse benim hatırladığımı bilmiyordu. Cenazeden sonra Emre beni evimize götürmüştü. Herkes babamın kaybına dayanamadığımı düşünüyordu, aslında dayanamadığım, babam ile oğlumun kaybıydı. Benden günlerce sır gibi saklanan gerçeğe kavuşmuş, yerine oturmayan taşlar şimdi daha iyi oturmuştu. Neden herkesin acıyla bana baktığını anlamıştım.

"Sen ne zaman öğrendin yaşadığını?", diye sordum Emreye. Emre kapanan telefonuna bakarak konuştu, "Zeynep'in evine gittiğin gün.", "O gün gözlerinde görmüştüm acını, biliyordum. Hissetmiştim." O günkü hali asla gözlerimin önünden gitmiyordu. Çoğu düğüm aslında o gün çözülmeye başlamıştı. "Soldan, ağaçların arasındaki depo." dedi. Geldiğimiz ıssız mekana gülümseyerek baktım. Yapacaklarım için en uygun yer burasıydı. "Eylül burada kal!" , bakışlarımı Emreye çevirdim. "Bu benim meselem! Bana inanmayan biri için çok fazla burnunu soktun!", öfkemi ona kusuyordum. Biliyordum onu bir suçu yoktu ama bana inanmamış olması canımı acıtmasına engel değildi. Sertçe açtığım kapıyı, yine sertçe kapatmıştım. Sert adımlarla deponun kapısından içeriye girdim. Emre tam arkamdaydı. Biliyordu asla bana engel olamazdı. Yıkık dökük büyük deponun içerisinde ilk önce karşıma Emir çıktı. Elleri kanamıştı, gözlerinden öfke akıyordu. Ama asla benim öfkemin yanından geçemezdi. Giydiğim siyah botlarımın zeminde çıkardığı ses, fırtına öncesi sessizliğin işaretiydi. Fırtına çıkacaktı hem de çok büyük ve bunun önünde kimse duramayacaktı. Emir'e doğru yaklaştıkça, takım elbiseli ellerinde silahları olan bir kaç adam daha görüş açıma girmişti. Her adımda kalbim yerimden çıkacak gibiydi. Öfkem o kadar benliğime işlemişti ki bu insanın ben olmadığımı biliyordum ama umrumda bile değildi. Attığım bir kaç adım sonunda karşıma yüzü yara bere içince, her yeri kan içerisinde olan demir bir sandalyeye bağlı adam çıktı. O buydu. Biliyordum. Ayaklarım daha fazla yerinde duramamış adama doğru harekete geçmişti. Demir sandalyeye bağlı adama doğru koşup, yaralı yüzüne bir kaç yumrukta ben indirmiştim. Siyah botlarımı sandalyedeki adamın, karnına geçirdiğim sırada Emre bana yetişmiş kollarımın altından tutarak beni adamdan uzaklaştırmıştı. "Bırak beni! Lanet olsun Emre bırak! Bırak dedim sana!" Emre'nin kolları arasında debelenip duruyor, göğüsünü yumrukluyordum. Ama hiç bir şey hissetmiyor gibi olduğu yerde duruyor beni sıkıca tutuyordu. "Eylül sakin ol!", Emir'in söyledikleri umrumda bile değildi. Asla sakin olamazdım. "Nasıl? Söylesene nasıl sakin olayım?", Emre'nin kolları arasından Emir'e doğru bağırıyordum. Bir kaç kez daha debelendikten sonra pes etmiştim. "Sakin olacaksan bırakacağım." dedi Emre. Onun bu ölümcül sakinliği beni ilgilendirmiyordu ama yapacak bir şeyimde yoktu. Emre kollarımı serbest bıraktı. Bende öfkeyle bağlı adama baktım. "Bırakın gelsin, böyle güzellikten dayak yemek benim için bir şeref." Adam, ağzından kanlı tükürüğünü yere bıraktığı sırada konuştu. Bu sefer öfkesine kapılan Emreydi. Emre adama doğru adım attığı sırada karşısına ben ve Emir çıkmıştık. Yumruk yaptığı ellerini, adama doğru kükremesiyle ben bile korkmuştum. "Seni sikerim orospu çocuğu! Seni öldürürüm!", ettiği tehditlerinden bile etkilenmeyen adam gülerek suratımıza bakıyordu. "Aynı şeyi çocuğuna yapmamı ister misin Arslanoğlu? Söylesene oğlunu sikmemi ister misin?", adamın dediklerinin üzerine tüm benliğimi kaplayan öfkem, ben olmuştu. Ben artık öfkenin takendisiydim. Emir'in belindeki silahı alıp adamın başına dayadım. Tetiği çekmemi engelleyen tek şey, oğlumun yerini bildiği gerçeğiydi ama sırf bu yüzden bile bu adamı öldürmek istiyordum. "Eylül, o silahı bırak.", Emir'in adamlarının bana doğru tuttukları silahları bile umursamıyordum. Emre, "İndirin lan o siktiğim silahları!" diye bağırıp karşıma geldi. Adamlar Emreden emir almasalar bile o kükremeye indirmişleri silahlarını. Emre sakin bir ses tonuyla bana bakıp konuşuyordu, "İndir o silahı güzelim, oğlumuza kavuşmamızın tek çaresi o." dedi. Bunun bilincinde olduğum için tetiğe basmamıştım. Ama eğer oğlum bu adamın elinde olmasaydı tetiği çoktan basardım. Kimse karşıma çıkamazdı.

EKİM | Henry CavillHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin