Merhaba, hoşgeldiniz!
Uzun zamandır benden bu tarz bir karakter yazmamı istiyordunuz ve ben de konu hakkında en az sizin kadar heyecanlıyım ama yorumlarda Rosie'ye 'orospu' 'kalpsiz' tarzı yorumlar görmek istemiyorum. Aynı şey Jungkook için de geçerli. Bunun bir hikaye olduğunu, aptallıklar olduğu gibi bazen klişelerin ve abartılmaların da olabileceğini anlayın lütfen.
Ayriyetten hikayede bolca cinsellik bulunabilir, genel olarak oldukça sansürlüyorum ancak burada sansürlemeyeğim bunun da uyarısını yapmak istedim🤝
İlk bölümü biraz tanıtım olarak düşünebilirsiniz, o yüzden kısa. Diğer bölümlerin uzunluğu hakkında henüz bir yorumda bulunamam ama bu kadar da kısa olmaz diye umuyorum.
Lütfen oy vermeyi ve bolca yorum yapmayı unutmayın. Biliyorsunuz ki her an her hikayeyi yayımdan kaldırıp hafızalarda silebilme, silmek zorunda bırakmak gibi bir alışkanlığım söz konusu o yüzden devam etme isteğim adına yorum yapmaktan çekinmeyin❤️
Umuyorum ki hikayemizi beğenirsiniz, iyi okumalar💝
...
•park roseanne•İnsan, insandan nefret etmek için bir nedene ihtiyaç duyardı. En azından bu benim için öyleydi. Bir ihanet, hayal kırıklığı, kırgınlık, kıskançlık, bir alıp veremeyişlik veya herhangi bir şey. Bazılarına göre nefret etmek de sevmek gibi hiçbir nedene ihtiyaç duymazken, ben öyle olduğunu düşünmüyordum.
Bana kalırsa nefret, en az sevgi kadar hatta sevgiden daha da kuvvetli bir duyguydu. Birinden nefret etmem için o kişinin benim için çok değer verdiğim biri olması gerekiyordu ve işte ben tam da bu yüzden kimseden nefret ederek karşımdakini yüceltmezdim.
Bir yere kadar.
Benim de herkes gibi sevmediğim, hoşlanmadığım, varlığından rahatsızlık duyduğum çok insan olmuştu ancak bunların hiçbiri nefretle yarışabilecek derecede olmamıştı. Dediğim gibi, kimse benim gözümde nefret edilecek kadar değerli değildi. En azımdan ben öyle olduğunu düşünüyordum.
Kahkahalarınızı, acılarınızı, gözyaşlarınızı veya daha bir sürü kötü veya iyi ânınızı paylaştığınız; en çok değer verdiğiniz insanın gün gelip de nefret ettiğiniz kişiye dönüşmesi ise büyük bir hayal kırıklığıydı.
İşte bu yüzden Cho Miyeon, benim için baştan aşağı bir hayal kırıklığıydı. Asla unutamadığım, unutmayacağım ve affetmeyeceğim bir hayal kırıklığından fazlası değildi. Zamanında benim için çok daha fazlasıydı ancak, artık değildi.
" Roseanne, tuzu uzatır mısın Miyeon'a?" Girdiğim transtan annemin sesiyle çıktığımda derin bir nefes aldım ve masada tuzu aramaya koyuldum. Benden istediklerine göre mantıken benim önümde olmalıydı ancak masada gri tuzluğu göremiyordum.
" Tuzu getirmemişsiniz." Bıkkınlıkla nefesimi üflediğimde Miyeon şirin bir ifadeyle gülümsemişti.
" O zaman sen getirebilirsin?" Anneme dönerek gülümsediğimde Bay Cho'nun bakışları üzerimdeydi. Bir sorun çıkarmamı bekliyordu ancak Miyeon ile uğraşamayacak kadar yorgun ve bitkindim. Yani, sanırım?
Sandalyemi ittirerek masadan kalktığımda yavaş adımlarla mutfağa ilerledim ve baharatlıktan tuzu alarak geri döndüm. Yürürken tuzun dökülme kısmındaki delikleri büyüttüğümde ben de yüzüme aynı Miyeon gibi şirin bir gülümseme kondurdum ancak bu tarz yapmacık hareketler benim midemi bulandırıyordu.
" Ver, kardeşim." Miyeon gülümseyerek tabağını uzattığında salaklığı karşısında iç çektim.
Beni yıllardır tanıyordu, öncelerinde sorsalar beni en iyi tanıyan insan olarak Miyeon'u gösterirdim ancak bu son birkaç ayda beni hiç tanıyamadığını farketmiştim. Hem de hiç.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
drowning shadows | rosékook ✓
Fanfiction" Beni sevme Jungkook." Gözlerim cesurca harelerine bakarken mırıldandığımda yanağımdaki eli yavaşça çeneme kaymış ve sıkıca tutmuştu. Görebiliyordum, gözlerindeki hayal kırıklığını görebiliyordum ancak arkaplana attım hepsini. Bir önemi olmadığını...