chapter twenty one

3.8K 415 368
                                    

Merhaba hoşgeldiniz.

Sanıyorum ki bu hikaye boyunca yazdığım ve yazacağım en zor bölümdü. Yazdığım şeyden utanıyorum bile birazcık ancak kurguyu böyle kurgulamışken artık değiştiremezdim. Karakterleri oldukça etkileyen bir bölüm olduğu için ilerideki bölümler için de beni zorlayacağını biliyorum ancak konunun üzerinde çok durduğum için gerekli olan bir bölümdü. Umuyorum ki yazarken hissettiğim şeyleri yazıya dökebilmişimdir.

Lütfen oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın, iyi okumalar❤️

...

Jungkook'un mesajıma attığı görüldü, üzerimdeki pijamalara aldırmadan koşar adımlarla evden çıkmama neden olduğunda anlam veremediğim bir sebepten kaynaklı kalbim, sesi kulağımda yankılanacak kadar hızlı atmaya; nefesim ise beni soluksuz bırakacak kadar sıklaşmaya başlamıştı.

Hızlı adımlarla Jungkooklar'ın verandasındaki basamakları tırmandım ve kapının kolunu tuttum. Kolu indirmemle açılan kapı beni şaşırtsa da bu şaşkınlığın beni yavaşlatmasına izin vermedim ve kapıyı ardımdan kapatarak içeri girdim. Koşar adımlarla merdivenleri tırmanırken mümkünmüş gibi kalbim daha da hızlanmış, nefeslerim ise daha da sıklaşmıştı. Nayeon'un kapısının önünde durduğumda elimi kalbime koyarak sakinleşmeye çalıştım çünkü bayılacak gibi hissediyordum. İlk defa duvarlarım bile hislerimin önüne geçemezken gözlerimin az sonra duyacağım şeyler yüzünden dolmasına mani olamadım.

Titreyen ellerimle kolu hafifçe aşağı indirdiğimde kapı sessiz bir şekilde açıldı ve yıllardır görmediğim oda, artık gözümün önündeydi.

Saniyeler öncesinde sıklaşan nefesim bir anda kesildiğinde bakışlarımı odada gezdirdim. Oda, artık Nayeon gibi kokmuyordu. Aksine oldukça havasızdı. Yıllardır kapalı olan bir oda nasıl kokuyorsa öyle kokuyordu ve bu kokuyu, Nayeon'a yakıştıramadım.

Toz pembesi ve simli duvarlar, içinde hâlâ küçüklük kostümlerimizin olduğuna emin olduğum aynalı beyaz dolap, küçükken boyama yapmak için kullandığımız beyaz çalışma masası, Nayeon'un annesinden beraber yatmamız için özellikle istediği bir buçuk kişilik beyaz yatak başlığı olan bir yatak. Oyuncaklarının olduğu raf. Üzerinde sek sek oyununun çizgileri taşıyan pembe halı.

Hiçbir şey değişmemişti, her şey aynıydı.
Bizim haricimizde.

Bakışlarım bu sefer halının üzerinde başını duvara yaslamış bir şekilde oturan Jungkook'a ve etrafına saçılmış fotoğraflara kaydığında dudaklarımın titremesine engel olamadım. Bana bakmıyordu bile.

Ancak ne hâlde olduğunu anlamam için gözlerine bakmaya ihtiyacım yoktu. Yerde oturma pozisyonundan bile sahip olduğu hüznü hissedebiliyordum. Dizlerini kendine çekmiş ve ellerini de bacaklarına dolamıştı. Uzun boyuna ve iri vücuduna rağmen üzüntüden küçülmüştü sanki.

O an onu bu kadar ümitsiz görmekten nefret ettim.

" Neden bıraktın onu?" Jungkook'un kısık çıkan sesi yutkunmama neden oldu. Zar zor konuşuyordu.

Yüzümü yavaşça yüzüne çevirdiğimde derin bir iç çektim, dakikalar sonra duyacağım şeylerden delicesine korkuyordum.

" Zorundaydım." Benim de sesim en az onunki kadar kısıktı.

" Haber vermeden gitmek zorunda mıydın?" Bakışlarını zeminden çekerek bana çevirdiğinde öylece gözlerine baktım. Ancak bakmamayı dilerdim çünkü gözlerinde dalgalanan hüzün, beni içine hapsetmişti.

" Gitmek istemedim." Bu sefer bakışlarını zemine çeviren bendim. Öyleydi, gerçekten de gitmek istememiştim.

" Bir sabah uyandığımda bavulum hazırdı, kahvaltı yapmama bile izin vermeden beni havaalanına götürdüler. Annem elime yeni bir telefon sıkıştırdı. Rehberi ve galerisi bomboştu." Sesim bir robot gibi tek düze çıkmıştı.

drowning shadows | rosékook ✓Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin