Bölüm 17: Levent

6.2K 174 13
                                    

Kalabalığın içinde yürüyordum. Nereye gittiğimi bile bilmeden, boş boş, amaçsızca Ankara'nın sokaklarını yürüyordum.

Kızılay'ın gri sokakları, gözüme her zamankinden daha tozlu, daha renksiz ve ölü geliyordu. Ne sıcak bir yaz günü arkadaşlarınızla Karanfil'de bir kafeye girip bir şeyler içtiğiniz günlerin parlaklığı vardı havada, ne de yılbaşı gecesinin ışıklı coşkusu... Sadece, griydi. Şu okuldan çıkıp da metroyla ya da otobüsle dershaneye gittiğiniz, sınav senesi sıkıcılığında bir Kızılay grisi... Ayrıca nostaljik de hissettirmiyordu.

Yanımdan geçip giden mavi, beyaz otobüsler, havada egzoz kokusu, önünü görmeden yürüyen bir güruh, dükkanlar, alabildiğine dükkanlar, restoranlar, yerlerde -çoğunluğu Ulus'tan- pavyon kartları... Ankara, Ankara, Ankara... Tanıdık görüntülerdi hepsi.

Kısa bir an için durdum. Nereye gidiyordum ben böyle? Amaçsızca ne arıyordum? Kimi-

Yağmur.

Minik bir damla, önümdeki gri, taş karonun üzerine düşüvermişti. Sağ elimi cebimden çıkardım. Başka bir damla, elime düştü. Başımı kaldırdım. Gökyüzü kurşun yüklü bulutlarla doluydu. Bir damla daha, yüzüme geldi. Sağ yanağımın üzerine... Akabinde başka bir tanesi sol yanağımın altına... Çeneme, burnuma, yanaklarıma...

Başımı eğip, sanki nehrin ortasındaki bir kayaymışım gibi iki yanımdan akıp giden insan güruhuna baktım. Şemsiyelerini açmaya başlamışlardı bile. Ellerimi tekrar ceplerime sokmadan önce ceketimin yakalarını kaldırdım. Yağmur daha da şiddetli bastıracaktı belli ki. Adımlarımı hızlandırarak yakınlardaki bir kafeye doğru ilerledim.

Ufak, kahverengi ve siyah tonlarının ağırlıklı olduğu bir kafeydi burası. Fazla uzakta değildi ancak, varana kadar artan yağmur yüzünden sırılsıklam olmuştum.

İçeri girince üzerinden dışarıdaki yağmur bulutlarını kıskandıran biçimde damlatan ceketimi çıkardım. İçerisi sıcacıktı ve güzel kokuyordu. "Levent!" Bu tanıdık sese gülümsedim. Burada bir arkadaşım çalışıyordu. "Lila!" Yanına ilerledim. Bana yaklaşır yaklaşmaz kollarını açtı ve sıkı sıkı sardı beni. Şaşırmıştım. O kadar da yakın değildik.

"Nasılsın?" dedi şımarık bir tonda. "İyiyim. Sen nasılsın?"

"İyidir benden de. Hadi gel, bir şeyler ısmarlayayım." Başımla onayladım. "Otur şöyle." dedi beni büyük, yuvarlak bir masaya yönlendirirken. Gösterdiği masanın sandalyelerinden birini çekip oturdum.

"Nerelerdesin? Neler yapıyorsun?" diye sordu barın arkasına geçerken. Ellerimi masanın üzerinde birleştirdim. "Finallerim bitti, ben de geri döndüm işte."

"Anladım..." dedi. Bunu söylerken yüzünde, her nasılsa, bana acıyan bir ifade belirmişti. Fakat çok geçmeden bu ifadesi yüzünden silindi ve tekrar şımarık, çocuksu gülümsemesini takındı. "Sana ne getireyim?"

Gülümsedim. "Karamelli macchiato." Hilal ile en sevdiğimiz içecek... Lila dudak büktü. "Anlıyorum... Senin için zor olmuş olmalı. Fakat biliyorsun, yoluna devam etmelisin, Levent."

Kaşlarım çatıldı. "Ne demek istiyorsun?"

Gülümsedi. "Bir karamelli macchiato geliyor!"

Ne demek istemişti? Bu düşünceyi kafamdan atmak için başımı iki yana salladım. Ne demek istemişse istemişti işte. Bir önemi yoktu.

Saçlarımı karıştırarak gözlerimi kafede gezdirdim. Ders çalışan öğrenciler, kahve içip kitaplarındaki bilgileri zorla da olsa kafalarına sokmaya çalışıyordu anlaşılan. Bilgisayar köstebekleri yine iş üzerindeydi. Kitap kurtları ise hangi dünyalara kapılmıştı kim bilir... Kenarda köşede sinmiş, garip garip bakışlarıyla insanları süzen tipleri de unutmamak lazım tabii ama onlar her yerde olurdu zaten.

BUZHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin