Gün içerisinde, Demir yanımda değilken, genellikle vakit geçirebilmek için yaptığım bilmem kaçıncı şekerlememin ortasındaydım ki, akşam saatlerine doğru, karanlığın içinde duyduğum bir ağlama sesiyle gözlerimi araladım. Neredeyse karanlık olan Odanın içi, batmakta olan güneşin okşadığı kurşuni bulutlardan yansıyan, füme rengi loş bir ışıkla az da olsa aydınlanıyordu. Yanımdaki sessiz iç çekişlerin dışında evde bir başka ses duyamıyordum. Hatta, hemen dışarıdaki ağaçlar dahi susmuş gibiydi.
Arkama baktım. Karanlık, iri bir figür, sırtını bana dönmüş, yatağın üzerinde oturuyordu. Çökmüş gibiydi. Omuzları çökmüş, başı çökmüş ve en çok da ruhu çökmüş görünüyordu. Ona doğru döndüğüm sırada, şıngırdayan zincirlerimi duymamıştı. "Demir?" dedim uykulu bir sesle. Dikkatini çekememiştim.
Doğrulduğum sırada mırıldandığını işittim. "Beni rahat bırak artık! Ne olur bırak beni! Ne olur!" diye fısıldıyordu. İlginç, bunları genelde ben ona söylerdim.
Sol elimi yavaşça ona uzattım. Parmaklarım, sırtına dokununca hafif bir biçimde irkildi. Ağır ağır eğildi ve elinde tuttuğu camdan nesneyi minik bir tıkırtıyla yere bıraktı. Daha sonra aynı yavaşlıkla tekrar doğruldu. Omzunun üzerinden bana baktı. "Seni uyandırdım mı, bebeğim?"
"Önemli değil..." dedim baş ucundaki gece lambasına uzanırken. Işığı yaktım. Karanlık oda, gece lambası sayesinde biraz daha aydınlandı. Tam geri çekiliyordum ki, benden önce davranan Demir, bileğimi kavrayarak beni kendine çekti.
Sırtına iyice yapışmıştım. Bileklerimi birbirine birleştiren bir zincir olduğundan, dengemi kaybetmemek için sol elimle sırtına tutundum. "Demir?" diye fısıldadım korkuyla. Son zamanlardaki bu dengesizlikleri, beni çok geriyordu.
Kolumu, bedenine sararak elimi dudaklarına doğru götürdü. Avuç içime bir öpücük bıraktığı sırada, parmaklarımın üzerine gözyaşlarının damladığını hissettim. "Neden ağlıyorsun?"
Elimi yavaşça bıraktı. Alkol koktuğunu henüz fark edebilmiştim. "Demir?"
"Ne görüyordun?" diye sordu kuru bir sesle. Şaşırmıştım. "Ne?" Sorusunu tekrar etti. "Rüyanda, ne görüyordun?"
Bir süre sessiz kalarak, uykulu olmanın verdiği etkiyle yarı sisli haldeki beynimin içerisinde az önce gördüğüm rüyamı aradım. "Annemin seralarında baktığım güller vardı. Onları görüyordum."
Güldü. "O halde güzel bir rüyaydı, değil mi?" diye sordu. "Gülleri seviyordun..."
Benimle ilgili bildiği bir başka şey... "Evet..." diye mırıldandım. Sessizlik oldu. Daha sonra, Demir'in yumuşak bir tonla bu sessizliği böldüğünü duydum. "Sana gül almamı ister miydin?"
Anlayamamıştım. "Yani..." diye devam etti Demir, kafamın karıştığını fark ederek. "...Ankara'daki evime ilk geldiğinde, fotoğrafını görmemiş olsaydın- hayır. Hatta fotoğrafını hiç çekmemiş olsaydım ve seninle, farklı koşullar altında tanışmış olsaydık, beni sever miydin?"
Sessizlik çöktü. Bu, hele ki şu yaşadıklarımızdan sonra, cevabından benim de emin olamadığım bir soruydu. Bu yüzden, sorusuna soruyla karşılık vererek okun ucunu kendi cevabımdan uzaklaştırmaya karar verdim. "Bana annenden bahseder misin?" Sohbet havası dönüyordu ve ben onunla ilgili daha çok şey bilmek istiyordum. Sonuçta ona benzediğim için buradaydım. Bir süre daha eve gitmek gibi bir acelem olmayacağını da hesaba katarsak, onu öğrenmekten zarar gelmezdi. Hem kim bilir, belki cevabımı düşünmek için fazladan zamanım olurdu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
BUZ
General Fiction"Ondan nefret ettim. Bana yaptıkları yüzünden, benden aldıkları yüzünden ondan nefret ettim. Ama o beni sevdi. Ve ben ondan daha çok nefret ettim. Çünkü bu, bir aşk hikayesi değildi." On yedi yaşındaki Hilal Sancar kendisinden yaşça büyük ve ona tak...