Ölmek nasıl bir duygu? Acı veriyor muydu? Korkutucu muydu? Nasıl hissederdi ölen bir insan? Soğuk? Islak? Yoksa mavi mi hissederdi? Çünkü ben, öyle hissediyordum.
İçinde bulunduğum şu ana dair o kadar çok sorum vardı ki... Işığı ne zaman görecektim mesela? İnançlarımın yalanları ve gerçekleri ne zaman tartılacaktı? Yoksa sadece yok mu olmuştum? Hiçlik içerisinde yüzen bir bilinçten mi ibarettim ben? Sonsuzluk, derin bir karanlıktan mı ibaret olacaktı?
Ya geride kalanlar? O ulaşmak için çırpındığım ve asla varamadığım insanlar... Öldüğümü öğrenirler miydi? Belki de çoktan öldüğümü düşünüyorlardı. Annem, çok üzülmüş olsa gerek. Babam yıkılmıştır şimdi. Simay ve Levent, belki de yasımı tutuyorlardı. Zaman üfürdüğü an sönecek olan, zayıf bir mum alevi gibi geçen bir yas...
Ölümün şarabını kendi elimle dudaklarıma götürdüğüm sırada tüm bunları düşünememiştim. Zihnimin acı içindeki çığlıkları o kadar kuvvetliydi ki, geri kalan her şeye sağır olmuştum. Gerçeklik, tamamen bir hayalden ibaretti.
Soğuk, ıslak, mavi... Ve bir şey daha! Kan.
Şimdi ise dalgaların sesini duyuyordum yalnızca. Martı çığlıkları dışında bir çığırtı yoktu. Tenimdeki ıslak saçım ve bedenimi kuşatmakta olan buzdan karanlık...
"Hilal! Aç gözlerini! Buradayım bir tanem!" Bu kadifemsi erkek sesi... Çok tanıdık.
Bedenim, dipsiz bir karanlıkta süzülüyordu sanki. Yüzüyor muydum? Bedenim havada asılı mı kalmıştı yoksa? Kimin kollarındaydım? Mavinin mi, karanlığın mı? Görebilmek için gözlerimi araladım. Dokunduğum ilk gözler mavi ve karanlıktı. Bana gülümsediler. "Hilal? Benimle kal!"
Onu dinleyemeyecek kadar yorgundum. Ayrıca gözlerimi aralamak, canımı yakıyordu. Nerede kalmıştım? Mavide mi? Karanlıkta mı? Yoksa kırmızıda mı?
"Bir şeyler yap dedim!" Tarifi imkansız, müthiş bir sancı ile gözlerimi yeniden açtım. Parçalanmış damarlarımdan sızan lavdan bozma kan, karın boşluğumda ateş rengi bir deniz yaratıyordu sanki. Bulanık gözlerim sonunda odaklandığında, kısa bir sahne gördüm. Demir, bana arkası dönük olan bir adamla konuşuyordu.
"Elimden geleni çoktan yaptım, Demir! Çok fazla kanaması var! Hastaneye gitmeli!"
Demir bir anda silahını çekti. "Onu kurtar!" Acıma yenik düşen gözlerim kararırken, Demir'in sesi, kangren olmuş bir uğultu gibi kulaklarımda yankılanıyordu.
"Hilal... Hilal?" Gözlerimi açmayı şiddetle reddettim. Bu kez ne vardı? Bir de göz kapaklarıma vuran şu güneş ışığı... "Beni yalnız bırak!" diye homurdandım öfkeyle. Kulaklarımda dalga seslerini aramaya devam ettim. "Dün gece alkolü fazla mı kaçırdınız?" dedi tanıdık bir ses. "Hiç de bile!" diğeri isyan etti. "Hem bak, uyanıyor işte!"
Başımda konuşanların bana rahat vereceği yoktu. Gözlerimi araladım. Karşımda duran kişi... Simay? Bana gülümseyerek "Günaydın uykucu!" dedi neşeli bir sesle. Ardından soluna döndü. "Gördün mü bak? Uyandı işte!" Sağıma dönerek konuştuğu kişiye baktım. Çalışma masamın yanındaki bilgisayar sandalyeme oturmuş olan Levent, hafif bir gülümsemeyle bizi izliyordu. "Haklıymışsın, ne diyebilirim ki?"
Simay neşeli neşeli kıkırdayarak yatağımın üzerinden kalktı. "Ben içeri gidiyorum. Siz de fazla oyalanmayın." Odamda, yatağımda mıydım? Bir daha asla göremeyeceğimi düşündüğüm odam, üzerinde bir daha uyuyamayacağımı sandığım yatağımda?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
BUZ
General Fiction"Ondan nefret ettim. Bana yaptıkları yüzünden, benden aldıkları yüzünden ondan nefret ettim. Ama o beni sevdi. Ve ben ondan daha çok nefret ettim. Çünkü bu, bir aşk hikayesi değildi." On yedi yaşındaki Hilal Sancar kendisinden yaşça büyük ve ona tak...