♫Huyu, huyuma denk. Sen hep damarlarımdasın. Kendini bir şekilde hissettiriyorsun. Sınırını aşıyorum. İki karşıt dünya çarpışıyor.
Kapalı gözlerimi daha sıkı yumup derin derin nefesler alıp vermeye başladım. Nasıl hissedeceğimi şaşırmıştım. Saniyeler öncesinde korkudan bayılacak gibi hissederken bir anda heyecanlanmaya başlamıştım. Jungkook böyleydi. Onun yanındayken bütün karşıt duygularım, birbirine çarpıyordu. Garip hissediyorum.
Dudaklarını kulağıma daha da yakınlaştırdı. "Duydun mu beni?" diye fısıldadı. Oradan kafasını boynuma indirip öpmeden sakince bekledi. Nefesi boynuma düzenli olarak çarpmaya başlamıştı. Bütün tüylerim yavaşça diken diken oluyordu.
Yutkundum. "Duydum." Nefes alış verişlerimi düzene soktuktan sonra yanıtladım. "Ama ben yönlendirebileceğin süs köpeğin değilim."
Bileklerimi daha da sıkıştırıp iyice kapıya dayadı ve tekrarladı. "Duydun mu beni Cheol?"
Acıyla yüzümü buruşturup gözlerimi araladım. "Canımı acıtıyorsun." İstikrarla bileklerimi sıkmaya devam ettiğinde sesimi yükselterek "Jungkook! Bırak beni." dedim.
Anında kollarımı bırakıp benden ayrıldı. Şaşkınca yüzüme bakarken ellerini havaya kaldırdı. Elleri deli gibi titriyordu. Kafasını eğip titreyen ellerini izledi bir süre. Ben de acıyan bileklerimi ovuşturmaya başladım. Bir yandan da Jungkook'u takip ettim. Tepkisi bir anda değişmişti. Yoksa Albert gitmiş miydi?
"Gitmeliyim." Elini kapı kulpuna uzattığı sırada bileğini yakaladım.
"Gitmene izin vermiyorum."
Kafasını eğdi. Göz teması kurmaktan çekiniyordu. Hatta hiç göz teması kurmuyordu. Oldukça mahcup gözüküyordu. "Cheol, bırak gideyim."
Kafamı eğip gözlerine bakmaya çalıştım. "Jungkook?" Kafasını kaldırmadı. Yere eğik bir şekilde öylece bekledi.
"Cheol, bırak. Lütfen." Kesinlikle Albert gitmiş, Junkgook gelmişti.
Kapının kulpunda olan elini kendime çektim. Bileğini sıkıca tutup onu evin içine doğru sürüklemeye başladım. "Konuşmak zorundayız."
Bir süre ayak diretse de benimle birlikte oturma gruplarının olduğu kısma kadar geldi. "Otur lütfen." Beni dinleyip bir köşeye oturdu. Yanına oturmadan önce televizyonun her iki tarafında duran ayaklı lambaları açıp yanına gittim. Karanlıkla oturmaktansa loş bir ışıkta oturmak en mantıklısıydı.
Yanına oturup çantamı kenara salladıktan sonra ona doğru dönüp "Bunca süre neredeydin Jungkook?" dedim.
Gözlerini zemine sabitlemişti. Hiç konuşmadan öylece yeri izliyordu.
"Jungkook?" Lütfen, gitme. Güçlü ol ve Albert senin yerine geçmesin. Seninle konuşmak istiyorum. "Bana bak, lütfen."
Sakince gözlerini yerden ayırıp gözlerime sabitledi. O an, kaşlarım havalandı. Gözleri dolmuştu. Loş ışığa rağmen gözleri parlıyordu. "Jungkook, iyi misin?"
Bakışlarını olabildiğince donuklaştırıp "Evet," dedi.
İşte onun da silahı buydu. İyi olduğuna inandırmak için bakışlarına en ufak duygu yerleştirmiyordu. "Neredeydin?"
"İşim vardı. Buralarda değildim."
Yalan söylediğine emindim. Ama kurcalamaktansa inanmış gibi yapmayı tercih ettim. "Neden hiç haber vermedin?"
"Öyle bir zorunluluğum olduğunu düşünmüyordum, üzgünüm."
Bir anda moralim bozuldu. Oysa ki o son gün, her şey çok güzeldi. Gülüp eğlenmiştik. En azından arkadaşı olabilmeyi başardığımı düşünüyordum. Gözlerimin dolmaması için gülümsemeye çalıştım. "Ama seni çok merak ettim."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Bloody Roses | Jeon Jungkook
FanfictionBana kanlı, siyah güller hediye ettiğinde anladım. Ben bir şeytana aşık olmuştum.