"Gitmekle gitmiş olmazsın; gönlün kalır, aklın kalır, anıların kalır." diye bir sözü vardır Cemal Süreya'nın. Tam da buydu düşüncelerim. Ne eksik ne fazla. Tam da bu.
Biliyordum gittikten sonra da yüreğimi burada bırakacaktım. Böyleyken gitmenin ne anlamı vardı ki?
Aklımla gönlüm burada kaldıktan sonra neyleyim başka yeri...
Kimseyi ardımda bırakmak istemiyordum. Daha gitmeden bir özlem duygusu sarmıştı her bir yanımı. Karadenizin o huzur bulduğum yeşilliklerine, buradaki insanların samimiyetine, yeni bağ kurduğum aile fertlerine, kuzenlerime, beni kendi torunu gibi seven Halime Ana'ya, şimdiden ablam gibi olan Sıla ablaya, Yusuf'a...
Yusuf içimde yeniden doğan bir hisleri ortaya çıkarmıştı. Ona ne hissettiğimi tam olarak bilemesem de, onunla birlikteyken çok iyi hissediyordum. Belki de bir hoşlantıydı. Yanlış olduğunu bilsem de, kendime bunu defalarca hatırlatsam da, kalbim dinlemiyordu beni. Ona bu kadar hızla kapılmam, hem saçma hem de yanlıştı. Çok büyük bir yanlışın içindeydim, fakat elimden hiçbir şey gelmiyordu.
Onu görünce kalbim hızla atıyordu. Durduramıyordum, sakinleştiremiyordum. Onumla konuşmak, hayatımda yaptığım en güzel şeylerden biri gibiydi. Karşımda konuşurken kulaklarımın onun sesini işitmesi, gözlerimin onu izlemesi ruhumu okşuyordu sanki.
Yusuf'un benimle ilgili aynı şeyleri hissetmeyecek olması, beni üzmüyordu. Yaşadıklarını biliyordum. Onun bir karısı vardı. Elif ölmüş olsa da onu hâlâ çok sevdiği her halinden belliydi. Ondan bir şey bekleyemezdim. Zaten gidiyordum da. Kim bilir bir daha ne zaman görürdüm onu. Bunu düşünmek canımı yakıyordu işte. Ondan uzak olmak, sesini duyamamak, onu görememek.
Kendimi çaresiz ve büyük bir üzüntünün içinde hissederek gittim bütün yolu. Annemle babamın beraber var oldukları yere gidiyordum. Birbirlerine doya doya, korkmadan, sevgiyle birleştikleri o yere. Maral şelalesine.
Öğlen Sıla ablanın hastaneden çıkarılacağını öğrendiğimizde anne ve babası gelmişti onları almak için. Yusuf gelmeyin dese de dinlememişlerdi. Zaten sabahı zor ettiklerini, akıllarının hastanede kaldığını söyleyerek çıkıp gelmişlerdi.
Tüm geceyi yarı uyur, yarı uyanık bir şekilde geçirmiştim ama yine de bir şikayetim yoktu. Uykuya düşkün olmamıştım hiç. 4-5 saatlik uyku da yeterdi bana. Küçüklüğümden beri öyle alışmıştım.
Hastaneden çıktığımızda Sıla abla ve ailesi birlikte köye yola çıkarlarken ben de Yusuf'a Maral Şelalesi'ne gideceğimi söyledim. Biraz şaşırsa da bir şey demedi. Ben arabaya binince o da ardımdan kısa süre bakıp, daha sonra binmişti arabasına.
Şimdi ben arabamda sessiz sedasız gidiyordum yolları. Karadeniz'in yolları bile bir başkaydı. Şu yollarda hiç sıkılmaz insan gibime geliyordu. Dışardan bakıldığında ne kadar sessiz gibi gözüksem de içim öyle değildi. İçimdeki ses bir türlü susmuyordu. Aynı gelirken olduğu gibi. Tek bir farkla gelirken niye geliyorum diyen ses şimdi neden gidiyorsun diyordu.
Nedeni; zorunda olmam, nedeni; zaten buraya ait olmamam, nedeni; burada hiç istenmemiş olmam.
Bir tarafta annemle babamın ilk tanıştıkları yere gidiyor olmamın o buruk hüznü, diğer tarafta gidecek olmam, başka bir yanda buraya çok alışmam, insanlara çok alışmam.
Ailesiz büyümememe rağmen, hiç tatmadığım o kalabalığa çabucak alışmıştım aslında. Tek başıma olmaktan daha cazip geliyordu, kalabalıkta olmak.
Maral şelalesine geldiğimde çantamı alıp indim arabadan. Yaz olduğu için geleni gideni mutlaka olacağını bilerek gelmiştim ama gelmeden duramazdım. Uzunca bir merdiven girişi gördüğümde ağır ağır inmeye başladım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Vasiyet
Romance"Gidiyorsun demek." Başımı salladım. "Öyle, ha bir hafta daha kalmışım, ha iki gün kalmışım. Ne fark edecekti ki zaten? Sonunda bir gidiş mutlaka olacaktı." Sigaradan çektiği zehirli dumanı dışarı doğru üfledi. "Aklında gitmek olanı, kimse durdura...